Nasıl Bir Yönetim Üstadı Olabilirsiniz?


Anlayacağınız aklım iyice karışmıştı. GYİAD’da bu konuları benden daha iyi anlayacağını ümit ettiğim arkadaşlarıma sordum. Herbirinden farklı bir ses çıktı. Herkes kendi konumu, kendi organizasyonu ve kendi yönetim modelinin doğru olduğunu savunuyordu. Bunun üzerine değerli medya mensuplarının görüşlerine başvurdum. Tarafsız görüş alabileceğimi ümit ederek! Onlarda kendi İnsan Kaynakları ilavelerinin getirdiği üstadların söylemlerini ve ne kadar doğru insanlar olduklarını savundular. Bu seminerlere katılmamın faydalı olacağını tavsiye ettiler. şaşkın bir şekilde iş dünyamızın duayenlerine gittim. Nasıl olsa duayenler hep başarılı oldukları için aklımın karışıklığını çözebilirler diye düşündüm! Yönetim kitapları okuyanlar; bilgi yönetiminin gerekliliğinden, bilgi değer zincirinden, bilgi süreçlerinden ve entellektüel sermayeden bahsettiler. Bir kısım duayende işe almak ve atmak, organizasyonları bölerek gelişmek, kuralların yaratabileceği sorunları, insan kaynaklarının önemini, performans değerlendirme yöntemlerini, beceri kriterlerini, karar verme süreçlerinin değerini ve bir değişimin başka bir değişime yol açacağını söylediler. Pek kitap okumayı sevmeyen ama hep televizyonlarda siyasetçilerle görünen dua yenler ise, başarı ve gelişimin sırrının işbitiricilik olduğunda ısrar ettiler. Devlet ihaleleri alarak para kazanmayı, tavsiye üzerine banka satın almayı, devlet bankaları ve mevduat sahiplerinden alınan mevduatların nasıl naylon şirket, naylon fatura ve off shore yapıları ile yok edilebileceğini, medya sektöründe olmanın önemini ve 40 yaşına varmadan $ 100 milyonluk bir servetin nasıl kolayca elde edilebileceğini anlattılar.

İnanır mısınız, tüm bunlardan sonra aklım daha da karıştı. Profesyonel bir yönetici olarak, kariyerimi nasıl planlayacağımı hala çözememiştim. Derken ertesi hafta, GYİAD’ın elektronik iş dünyası ile ilgili bir paneline katıldım. Orada söylenenler ise tüylerimi diken diken etti. şuan da çalışan profesyonellerin yüzde 50’si, 51 yaşına gelmeden işsiz kalacaklarmış. 41 yaşında olup, teknolojiye odaklı bankacılık sektöründe çalışan bir genel müdür vekili olarak kara kara düşünmeye başladım. Acaba teknoloji ve elektronik iş dünyası 10 sene içinde benim şirket arabamı, fiyakalı unvanımı, pahalı öğlen ve akşam yemeklerimi, Porsche almak için biriktireceğim sene sonu ikramiyemi, Boyacıköy’de satın aldığım “Boğaz manzaralı” ama gecekonduların arasında bulunan ve daha geçen sene içine 500.000 dolar harcadığım evimi, jöleli saçlarımı, koyu gri, ince beyaz çizgili elbiselerimi, Hermes kravatlarımı elimden mi alacaktı? Ben bunu haketmek için ne yapmıştım? Yoksa artık TÜSİAD toplantılarına davet edilmeyip, Sakıp Ağa ve Rahmi Beyle omuz omuza tuvaletleri kullanamayacak mıydım? 16 senedir, sabah akşam Türkiye, ‹ngiltere, Amerika’da çalışmanın, üniversitede ekonomi lisansı yaptıktan sonra MBA almanın bedeli bu mu olacaktı? Neden 41 yaşında, benim de $ 100 milyon dolarım yoktu? Neden 16 senedir ümit ettiğim Genel Müdürlük unvanı bir anda burnumun dibinden yok olacaktı? Senelerdir sivil toplumla çalışmanın, GYİAD Başkanlığı’nın, doğruyu savunmanın, etik değerler içinde, rekabetin en yoğun olduğu sektörlerde ve ülkelerde çalışmanın mükafatı bu mu olacaktı?

Önceleri uykularım kaçmaya başladı. Sonra bunu kabuslar takip etti. Kendimi bazen müşterisi ve ruhu olmayan bir restoranın sahibi gibi (Changa Luna nasıl? Uzakdoğu mutfağı ile İtalyan hamurunun füzyonu!), bazen KalDer veya TÜSİAD’da danışmanlık yapan bir danışmanlık eskisi gibi, bazen de ‹stinye’de ve Sunset restoranda elinde Cohiba puro ile dolaşan bir borsa kovboyu gibi görmeye başladım. Devlet bankalarında veya bankacılık üst, yan ve orta kurullarında yönetim kurulu üyelikleri ise kabusların en uç noktası idi.

Derken farkında olmadan kendi kendime konuşmaya başladığımın farkına vardım. Birkaç kere şoförüm beni uyardı ve bunu başkalarının yanında yapmamam gerektiğini tembih etti. Bazen business class olarak yaptığım iş seyahatlerinde hostesler de (pardon, kabin memurları) ikaz ettiler.

En sonunda bir psikologla konuşmanın zamanı geldi diye düşünürken, aklıma şeytani bir fikir geldi. Neden ben bir yönetim üstadının ve organizasyon dehasının seminerine katılmıyordum? Belki aradığım soruların cevaplarını burada bulabilirdim. Zaten o güne kadar da bu tip seminerlere katılmayı, önsezilerime dayanarak hep reddetmiştim. “Denemek de bir zarar olamaz” diye düşündüm.

CSA Konuşmacı Konferans Ajansı’nın, GYİAD’la beraber organize ettiği Ricardo Semler konferansına, mecburen katılmaya karar verdim. Plaza Hotel’de üç saat boyunca Semler’i dinledim. Üstelik öğle yemeği sırasında da aynı masayı paylaştık Semler’le. Toplamda altı saat ve $ 750 harcadıktan sonra çok rahatlamış bir şekilde konferansdan çıktım. Beni rahatlatan söylemin ne olduğunu tam anlamamış olmakla beraber, kendimi çok daha iyi hissetmeye başladım.

Bugün ise beni rahatlatan sebepleri buldum. Bir yöneticinin düşünmeye ve planlamaya harcadığı toplam zamanın 8 saatlik bir mesai içinde 8 dakika olduğunu; son 25 senedir icra kurulu başkanlarının yapmış oldukları orta ve uzun vadeli stratejik planların yüzde yüzünün hedeflere ulaşmadığını; her kurulan 14 e com şirketinin 13’ünün başarılı olmadığını; Nokia’nın plastik hammaddesi yapan bir firmadan 15 sene içinde iletişim teknolojisinin önde gelen bir firması olduğunu ve bu geçişi stratejik planlar doğrultusunda yapmadıklarını; bugün 2 yaşında olan bir çocuğun ortalama ömrünün 80 seneden 100 seneye uzayacağını; 40 yaşında emekli olup, 60 sene tekneyle dünyayı gezmenin sıkıcı olabileceğini ve dolar milyarderlerinin aslında para kazanmak için değil de, işlerini çok sevdikleri için 78 yaşında hala işe gittiklerini öğrendim! Ama belki de en önemlisi, Semler’in aslında normal bir insan olduğunu ve başarısı tartışılır bir yöneticilik tecrübesinden sonra çok akıllı bir meslek seçtiğini ve 3 saatlik bir konuşması için $ 50.000 aldığını öğrendim.

Ve düşündüm (düşünmek güzel bir meziyet), Semler’in söylemleri ile Bal Mahmut’un 25 sene evvel anlattığı hikayelerle, LaFontaine’nın 125 sene evvel anlattığı hikayeler arasında bir fark olmadığını anladım. Kargalar ve tilkiler misali, bir yanda biz katılımcılar yani kargalar (bizlere hep ne kadar akıllı ve özel insanlar olduğumuz söylendiği için) ve bir yanda yönetim üstadları yani tilkiler (bizim duymak istediklerimizi ve bildiklerimizi bize geri anlattıkları ve bu işi yaparken de pa ramızı aldıkları için).

Eğer Semler’in dediği gibi dünyadaki işadamları geleceğe yönelik planlarında hep yanılıyor ise ve doğru tahminlerde bulunmaları da mümkün olmuyor ise, neden Türk işadamları 20 senedir pekala başarılı oluyorlar ve banka satın alıp, internet şirketi kuruyorlar? Bu tespitimden sonra Semler’in de aslında pek büyük bir deha olmadığını ve benim gibi yanılabileceğini anladım.

Bu beni çok rahatlatmıştı ama aradığım cevap değildi. Aklım hala karışıktı. Brezilyalı uyanık bir konuşmacının böyle birşey yapmaya hakkı da yoktu. Bir anda, 5 yaşındaki oğlumun bana yönelttiği “NEDEN” sorularını kendime sormak fikrine vakıf oldum. Ben neden burada idim? Ben neden yönetim üstadları konusuna kafa takmış idim? Ben neden $ 750 ödemiştim? Bunları düşünüp tatmin edici bir cevap ararken aklıma oğlumun “neden” sorula rına uyguladığım metod geldi. Bir söylemime iki kere neden diye sorduktan sonra açıklamalarımdan tatmin olma yıp, üçüncü nedene geçmeden ben ne yapıyordum? Murat’a çikolata veya dondurma verip susturuyordum ve onun bir süre mutlu olmasını sağlıyordum. Kendime de aynı yöntemi uygu lamaya karar verdim. Hemen Papermoon’a yöneldim ve 100 milyon lira lık, hamuru ve şarabı bol olan bir ye mek ziyafeti çektim! O anda kendimi tekrar mutlu hissettim.

Ali MİDİLLİLİ

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)