“Hayat bir oyun olsa da; kuşkusuz, herkes kendi repliğini seçecektir...”


Oyun ihtiyacı

Hepimiz biliyoruz ki günlük ve iş yaşamımızda üstlendiğimiz ya da girdiğimiz roller var ve aslında her yerde biraz oyun oynuyoruz. Çoğu zaman da hayatımızın bir tiyatro sahnesine dönüşmesine tanık oluyoruz. Acaba gerçekten durum böyle mi? Hayat bir oyun ve biz de bu oyunun oyuncuları mıyız? Taner; “hayatın bize yüklediği roller ve bir tiyatro sahnesinde olduğu gibi farklı roller içinde farklı oyuncular var ve bizler zaman zaman toplumun bize biçmiş olduğu rollerden çıkıyor ve eğer şansımız varsa kendi istediğimiz rollere de soyunabiliyoruz” diyor ve şöyle devam ediyor: “İnsanın içinde doğuştan gelen bir oyun güdüsü var. İnsan doğduğu zaman, bütün sorunu varlığını devam ettirebilmektir. Bunun içinde barınmak, korunmak, açlık ihtiyacını gidermek gibi temel ihtiyaçları vardır. Bütün bunlar çıkara dayalı ihtiyaçlardır. Bunlar yerine getirildikten sonra insan diğer daha yüce ihtiyaçlarının farkına varır. Bunlardan bir tanesi de, asal bir ihtiyaç olan ve çıkara yönelik olmayan oyun ihtiyacıdır.”

Oyun ihtiyacının, insanın çocukluğunda özellikle kendini gösterdiğini belirten Taner; “çocuklar oyun oynar ve ailelerinin onlara yüklediği baskılardan kurtulup, oyun içinde kendini unutur ve özgürleşir. İnsanlar sadece çocuklukta değil, büyüdükleri zaman da aynı şeyi yaparlar” diyor ve ekliyor: “Schiller’in dediği gibi, ‘Oyun oynamak özgürleşmektir’. Toplumun bize verdiği baskıdan kurtulmanın bir yolu oyun oynamaktır. O nedenle daha çocukluktan başlayan bu oyun güdüsü, bizim kendimizi zenginleştirmemize, özgürleşmemize ve kendimizi bulmamıza yarayan bir vasıtadır. Hollandalı düşünür Huizinga insana, ‘Homo Ludens’; yani ‘Oynayan İnsan’ diyor. ‘Homo Sapiens’ten başka, bir de ‘Homo Ludens’ olduğunu söylüyor. Demek ki insanın temelinde, insanın içinde oyun güdüsü var.”

Tiyatro hayatımızı yansıtıyor

Taner; ilkel topluluklarda ise oyun itisinin, ertesi gün daha iyi avlanmak için, avlanacak hayvanın postuna bürünmek ya da onun görünüşünü vurgulayan bir maskeyi başına takarak onun gibi olmaya çalışmak ve bu yolla, yani taklit yoluyla, büyü yapmak gibi batıl bir inanışa dayandığını söylüyor ve ekliyor: “Zaten o günlerden bugüne gelen tiyatro çizgisinde ve temelinde, ‘mimesis’ dediğimiz taklit olgusu var. Shakespeare, ‘tiyatro bir aynadır’ diyor; yani yaşamın bir aynasıdır. Büyük bir yazarın dilinde, yaşam tiyatroya aktarıldığı zaman, kendimizi daha yoğun olarak yaşamın içinde buluyoruz. Ve kendi hayatımızla sahnede gördüğümüz hayat arasında zaman zaman paralellikler kuruyoruz, zaman zaman kendimizi sahnede gördüğümüz kahramanların yerine koyuyoruz ve o oyundan çıktıktan sonra kendi yaşamımızı sorgulamaya başlıyoruz. Çünkü oyun; gerçekle aramıza bir mesafe koyuyor ve bu mesafe bizim olaylara eleştirel bakmamızı sağlıyor. İster gördüğümüz bir tiyatro oyunu olsun, isterse çocukların oynadığı çocuk oyunları ya da bizi zaman zaman günlük yaşantının tek düzeliğinden çıkartıp kendi kendimize oynadığımız, metnini kendimiz yazıp, istediğimiz rolleri takındığımız oyunlar olsun; bütün bunların insan yaşamına verdiği artı, yaşamla kendi arasına mesafe koymaktan kaynaklanıyor. Çünkü araya mesafe koyabilmek demek özgür olmak demektir.”

Hayatımız da bir tiyatro...

“Kendimizi tiyatroda gördüğümüz gibi, yaşamın her alanında da tiyatroyu görüyoruz” diyen Taner, bu düşüncesini şöyle aktarıyor: “Yaşamımızda hep oyun alanları var. İnsan, yalnız kendisiyle baş başa kaldığı zamanki haliyle yaşamın her alanında bulunmuyor. Hangi alanda yer alıyorsak ve o anki rolümüz ne ise, onun kalıbına girmiş oluyoruz. Mesela bir patron ve bir çalışan, bir öğretmen ve öğrenci ilişkisini düşünün. Tüm bu ilişkilerde üstlendiğimiz birtakım roller var. Bu role biz, bir tiyatro oyuncusu gibi hazırlanıyoruz.”

Tiyatroda yaratılan atmosferin çok önemli olduğunu vurgulayan Taner; tiyatroda bunun, ışıkla, sözle ve dekorla olabildiğini, ancak günlük hayatımızda da bulunduğumuz ilişki ve ortam bağlamında, amacımıza uygun olarak, kendi atmosferlerimizi yarattığımızı belirtiyor. Yarattığımız atmosfer ile, kendimizi başkalarının gözünde olumlama oyununu oynadığımızı belirten Taner; maskenin de benzer bir yönü olduğunu şöyle aktarıyor: “Yaşamın farklı alanlarında, bu alanlar neyi gerektiriyorsa, biz de icap eden, o rolün gerektirdiği birtakım maskeleri kullanıyoruz. Maske, tiyatronun önemli bir unsuru. İlkel kavimlerden, Yunan Tiyatrosuna kadar hep maske kullanılmış. Ama o maskeler, yapılan ve takılan maskeler. Biz ise, maske olarak kendi yüzümüzü kullanıyoruz. Kendi yüzümüze birtakım maskeleri takıyoruz ve o anki rolümüz gereği etrafımızdakilere o maskeyle yaklaşıyoruz. Bu nedenle biz zaten oyunu, yaşamın bütün toplumsal alanlarında oynuyoruz.”

Sadece kendimiz için oynamak...

Taner; oyun oynama ihtiyacının temelde, insanın kendi özgürlük alanını yaratma istediğinden kaynaklandığını ve insanın sadece kendi için oynayabildiği zaman özgürleşebileceğini güzel bir örnekle şöyle açıklıyor: “Sabahattin Ali’nin ‘Gramafon Avrat’ diye bir öyküsü vardır ve Yusuf Kurçenli bu öyküyü sinema dilinde vermiştir. Bu filmde Konya’nın içki alemlerinde para kazanmak için dans eden bir kadın vardır ve bu kadın, istemediği bir işi yapmasına rağmen, aslında oynamayı, dans etmeyi seviyordur. Yaşadığı hayattan birgün o kadar bezer ki, kimsenin gelmediği, terkedilmiş bir kilisede tek başına kendi için oynar. İşte bu o kadar güzel bir şey ki... İnsanın kendi için oynamaya ihtiyacı var. Çünkü insan o zaman zenginleşebiliyor. İnsan özgür olduğu, seçimini özgür olarak yaptığı zaman kendi için oynayabiliyor. Belki de kendi repliğini, kendi seçebildiği zaman...”

Herkes kendi özgürlük alanını yaratmalı

Toplum içinde yaşadığımız için, toplumun kurallarına uymak zorunda olduğumuzu ancak toplumun baskısı ve empoze ettiklerinden, hayatın zorlanmalarından kurtulmak için insanın kendine özgürlük alanları yaratmak zorunda olduğunu ifade eden Taner; “eğer biz kendi özgürlüğümüzü sağlayamazsak, kendi özgür oyun alanımızı yaratamazsak, o zaman zenginleşemeyiz. Sadece bize empoze edilen, bize zorla giydirilen birtakım kişiliklerle baş başa kalırız” diyor ve ekliyor: “Herkesin içinde bir öz kişiliği var ve her insan onu dışarıya vermek ve hissedebilmek zorunda. İnsan ancak; düşünerek, kendi içinde çoğalarak, kendini keşfederek, kendinin en iyi ne yapabileceğini anlayarak özgür olabiliyor.”

KENDİ ÖZGÜR OYUN ALANINI YARATTI

Demet Taner; büyük tiyatro ustası merhum Haldun Taner’in eşi ve Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Tiyatro Tarihi dersleri veriyor. Taner’in tiyatro alanına yönelmesi ise aslında kendi özgür oyun alanını yaratma istediğinden kaynaklanmış. Çünkü Taner, aslında İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi mezunu ve uzun yıllar tıp alanında çalışmış. Kendisi için özgürleşmenin, sanat yoluyla özgürleşmek olduğunu keşfetmiş ve eşini kaybettikten sonra, eşinin ve kendi yapısının verdiği birikimle, sinema – televizyon bölümünde önce yüksek lisans, ardından da doktora yapmış. Çektiği iki belgesel film ile bu alanların kendisini çok mutlu ettiğini fark eden Taner, bugün işte bu alanlarla hayatına devam ediyor ve diyor ki: “İnsan istediği işi yaptığı zaman özgür oluyor ve o özgürlük de insanı mutlu ediyor.”


Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)