Şahı yıkan piyon mu misyon mu?
Herkes gibi liderler de kendileri hakkındaki olumlu imajın, başkalarından yansıyarak kendilerine dönmesinden hoşlanırlar. Ancak liderlerin durumu biraz farklıdır: Onların yandaşları; varlıklarını borçlu oldukları kişiyi övme ve savunma eğilimi gösterir. Çoğu yönetici, bu tavrı olması gerektiği kadar sorgulamaz.
Sonuçta; her ne kadar yandaşlarının övgüsünün biraz abartılı olduğunu fark etmeseler de liderler, başkalarının kendileri hakkında dile getirdiği hoş şeylerde doğruluk payı olduğuna inanmayı sever. Böylece liderler, kendilerine uzatılan tüm aynaların aynı şeyi gösterdiğini sanırlar.
Gerçeklerin; liderlerin gösterişli sanrılarında soğuk duş etkisi yaratacağı düşünülebilir. En azından; yüksek rütbeli bir çalışanın ya da güvenilir bir danışmanın kimi zaman alarm çalması beklenebilir. Gerçekte; bu pek ender olarak yaşanır. Çünkü yakın çalışma arkadaşları liderleri savunmak konusunda çok daha gönüllüdür. Lidere yakın olan isimler; sadakatsiz ya da patavatsız olarak adlandırılmamak ve yerlerini riske atmamak için sessiz kalmayı tercih eder. Finansal hizmetler alanında faaliyet gösteren bir şirketin yöneticisi, bu konuda bakın neler söylüyor: “CEO, gerçekten salakça bir şeyler söylediğinde insanların suratlarının tamamen ifadesiz olduğu toplantılar anımsıyorum. Ama itiraf etmeliyim: Benim suratım da herkesinki kadar ifadesizdi.”
Zirveye giden yolda hayatları pahasına pazarlık yapan liderler, hedeflerine ulaşmak için yaptıkları yatırımın fazlalığının ise acımasızca farkına varır. Yaptığım mülakatlarda pek çok kişi yaptıkları fedakarlıkların acılı ayrıntılarını benimle paylaştı. Büyük bir uluslararası firmanın 56 yaşındaki başarılı tepe yöneticisi Carolyn Sears’ı ele alalım. Sears, 30’larının ortasında artık iyi gitmeyen bir evliliği sonlandırmış, bu süreçte iki yaşındaki kızını da terk etmişti. Sears bakın bu konuyla ilgili neler söylüyor: “Benim şirketimde annelik yolu ile terfi yolunu aynı anda yürüyebilmek mümkün değildi. Bu yüzden kızımın velayetini babasına verdim ve yoluma devam ettik. Bu hayatım boyunca verdiğim en acı verici karardı ama o dönemde kızımla uğraşmanın beni yavaşlatmasına ve geride kalmama neden olmasına izin veremezdim.”
Kazanan her şeyi ister bakış açısına sahip biri için, bu tür fedakarlıklar tepede kalmanın bedelidir. Ancak bu fedakarlıklar, gücün getirdiği ödüller karşısında lideri çok kırılgan ve savunmasız hale getirir. “Başarabilen” liderlerin birdenbire sınırsız banka hesapları, şirketin jetleri ile yapılan seyahatler ve diğer “güzellikler” ile baş edebilmesi gerekir. Bunların yanı sıra sayısız sosyal etkinlik de vardır. Toplumda etkisi olan vakıf ve kuruluşlar onları davetlerde görmek ister. Medya, görüşlerini merak eder. Zengin ve ünlülerin de aralarında bulunduğu diğer kişiler, aralarına yeni katılan bu lideri tanımak ister. Henry Kissinger’ın bir zamanlar söylediği gibi; “güç temel afrodizyaktır.”
Güç ve hakimiyete eşlik eden zevkler, özellikle bunları ilk kez tadan kişiler için çarpıcıdır. Eski başkan yardımcısı Josh Dell, son derece uygun biçimde Blind Ambition (Kör İhtiras) adını verdiği kitabında gücün ayartıcı yönünü çok iyi betimler: Dell; Başkan Nixon ile ilk kez buluşmak üzere Washington’a davet edilir. Tam uçaktan ineceği sırada uçağa bir memur gelerek, Dell inene kadar tüm birinci sınıf yolcuların çıkışını ertelemesini ister. Dell’in çantası alınır ve kapıya yönlenirler. Söz Dell’de: “Biraz da utanarak uçaktan çıktım. Bu arada uçuş ekibi bizi izlemek için toplanmıştı. Yüzlerindeki meraklı ifadeyi fark ettim ve böylesi özel bir muameleye alışkınmışım gibi davranmaya çalıştım. Beni beklediğini tahmin ettiğim limuzine güzelce binmeyi planlarken, biraz ötede pırıl pırıl parlayan kahverengi – beyaz helikopteri gördüm. Helikopterin tam girişinde, üniformalı bir onbaşı bekliyordu. Memur; biz yaklaşırken helikopterden atlayan bir teğmene çantamı verdi. Hala ifadesiz bir suratla dimdik duran onbaşı beni saygıyla selamladı. Pilot motoru çalıştırırken dönüp uçağın mürettebatına baktım. Durumu iyi idare etmiştim. Sakindim. Heyecanımı kontrol edebilmiştim.” Dell o dakikadan itibaren, “orada olmanın”, “oraya varmaya çalışmaktan” daha eğlenceli olduğunu anlamıştı.
Gücün yarattığı tuzaklar öldürücüdür!
Gücün yarattığı tuzaklar eğlenceli olduğu kadar; kişinin kendisi hakkında hali hazırda sahip olduğu sanrıları beslediği için tehlikelidir. On yıllardır yapılan psikolojik araştırmalar, çoğu kişinin yetenekleri hakkında fazlasıyla (hatta aşırı) olumlu görüşleri olduğunu ortaya koyar. Örneğin çoğu kişi ortalamadan çok daha iyi bir sürücü, sevgili ya da lider olduğuna inanır. Güçlü bir kişisel yaşam ve sağlıklı bakış açısını korumamızı sağlayacak arkadaşlarımız olmadan; şirket jetleri ve limitsiz harcama olanakları gerçek dışı inançlarımızı kesin gerçekler sanmamıza neden olabilir. Bu da ölümcül bir kendine güvene sebep olur. Web tabanlı işini kurmak için 20 milyon dolardan fazla zarar eden genç bir girişimci bu konuda bakın neler söylüyor: “Geriye dönüp baktığımda pek çok değerlendirmemin son derece berbat olduğunu anlıyorum. Ne yazık ki, o zamanlar bundan hiç kuşku duymuyordum.”
Bireyin zirve yolunda yaptığı fedakarlıklar sadece gücün beraberinde getirdiği ödüllerle başa çıkılmasını zorlaştırmakla kalmaz; kimi zaman kişinin daha açgözlü hale gelmesine neden olabilir. Aslında, daha fazlasına sahip olmak başarı için ödenen büyük bedelin “sadece karşılığı” olarak görülür. Bir rapor, Tyco’nun eski CEO’su Dennis Kozlowski’nin sanat ve ev mobilyaları için milyonlar harcadığını gösteriyor. İddialara göre seyahat tuvalet setleri şirkete 17 bin, yatak çarşafları 5,900 ve çöp tenekeleri 2,200 dolara mal oldu.
Cosby: Yaşamımızda oynamamız için hepimize bir el dağıtılıyor.
Kazananlar mantığına sahip olan liderlerin göze çarpan en çarpıcı özelliği oyunu nasıl oynadıkları ile ilgilidir. “Kazanan her şeyi alır” oyunundaki oyuncuların çoğu, öne çıkmanın yolunun; bazı şeyleri sıradan insanların yaptıklarından farklı olarak yapmaktan geçtiğine inanır. Başkalarının fark etmek için yeterince zeki olmadığı, başarıya açılan bir arka kapı bulmak gibi…
Efsanevi Afro – Amerikan girişimci Reginald Lewis’in öyküsünü ele alalım. Lewis, beynindeki bir tümör nedeniyle 50 yaşında öldüğünde, yaklaşık 400 milyon dolarlık net kazancıyla Forbes’un en zengin Amerikalılar listesinde yer alıyordu. Cenazesine; ABD’nin eski Başkanı Renald Reagan, Bill Clinton, ABD Savunma Bakanı Colin Powell ve komedyen Bill Cosby’nin de aralarında bulunduğu 2 binden fazla kişi katılmıştı. Lewis, sadece döneminin en büyük girişimcilerinden biri olmakla kalmamış - Harvard Hukuk Fakültesi’ne yaptığı 3 milyon dolarlık bağış da dahil – dağıtmasını da bilmişti. Cosby, cenaze sırasında Lewis için şunları söyledi: “Yaşamımızda oynamamız için hepimize bir el dağıtılıyor. Ve bana inanın Reg Lewis bu elden harikalar yarattı.”
Oysa Lewis hayata zayıf bir elle başlamıştı. Oyuna katılabilmek için kurallar keşfedene kadar, kartlar ona pek şans tanımamıştı. Lewis’in Harvard Hukuk Fakültesi’ne gitmeye karar vermesi, ona şöhrete giden yolun ilk adımını attırabilirdi. Ancak pek de parlak olmayan background’u, Harvard’a kabul edilmesini belirsiz kılıyordu. Lewis, bu dönemde yeni Rockefeller Vakfı’nı duydu. Hukuk Fakültesi’ndeki bu fon programı özellikle azınlık öğrencilere yönelikti. Lewis, programa dahil olmak için bir strateji geliştirdi. Kendisine geliştirdiği standartları şunlar oluşturuyordu: “Öncelikle, lisenin son yılında çok parlak bir öğrenci olunacak. İkincisi; programın hedefleri öğrenilecek. Üçüncüsü; yaz boyunca tüm karışıklıklar ortadan kaldırılacak. Rekabet edebileceğin kanıtlanacak.” Lewis, bu standartlar konusunda başarılı oldu. Karşılaştığı herkesi şevki, zekası, kendine güveni, hırsı ve çalışkanlığı ile etkiliyordu.
Ancak ne yazık ki, çorbaya bir sinek düşmüştü. Harvard yaz programını oluştururken, bunun Hukuk Fakültesi’ne giriş için kullanılmasını kesinlikle yasaklamıştı. Suratına bir başka kapının kapanmasından yılmayan Lewis, üşenmeden diğer kapıları çalmaya devam etti, kendisini dinleyen herkese Harvard Hukuk için ideal bir aday olduğunu anlattı. Sonuçta, emekleri işe yaradı. Okulun dekanından, kendisiyle tanışması için kişisel bir davet aldı. Ve toplantıda her ne konuşulduysa, işe yaradı. Lewis, başvuru formunu bile doldurmadan birinci sınıfın bir üyesi oldu. Harvard Hukuk’un 148 yıllık tarihinde, başvuru yapmadan okula kabul edilen ilk kişiydi.
Lewis gibi kişiler uzun atlama yarışlarında sık sık rastlanır; onlar genellikle kazanan kişilerdir. DreamWorks’ün kurucularından olan ve yaklaşık 3,8 milyar Dolar gelire sahip olan David Geffen’i ele alalım. Geffen kariyerinin başlarında günlerce diller dökerek; William Morris Ajansı’nın posta odasında orta düzey bir pozisyon elde ettiğinde, tüm çalışanların üniversiteden mezun olduğunu kanıtlaması gerekiyordu. Geffen ise yüksekokul mezunu değildi. Ancak bu gerçek nedeniyle geri adım atmaya hiç niyeti olmayan Geffen, başvuru formuna UCLA’den mezun olduğunu yazdı. İşverenin referansları rutin olarak kontrol edeceğini öğrendiğinde ise her sabah işe erken gitmeye başladı. Böylece UCLA’dan mektup geldiğinde bunu yırtarak, üniversiteden mezun olduğunu onaylayan hileli bir yazı ile yer değiştirdi.
Lewis ve Geffen kuralları ihlal etmişti; ancak patronları ve iş arkadaşları tarafından ahlaksız ya da suçlu gibi değil yetenekli ve başarılı olarak görüldü. Aslında, kazananın her şeyi aldığı bu oyunda top koşturan oyuncuların çoğu, kuralları ihlal etmenin sadece öne geçme fırsatı yarattığına değil, yaratıcılığın göstergesi olduğuna da inanır: Büyük bir otomotiv şirketinin yöneticisi bana şunları söylemişti: “Kurallar yıkılmalıdır. Kabul edilebilir ve işe yarayan şeylerin limitlerini sınamaktan kaçınırsanız… performans ya da başarının bir adım ilerisine geçemezsiniz.” Petrol sektöründen bir yönetici de benzer şeyler söylüyordu: “Faul çizgisine yaklaşmaktan korkarsanız oraya ne kadar yakın olduğunuzu asla göremezsiniz.”
Ne yazık ki, kuralları bu kadar küçümsemek risk alan liderlerin çok kaygan bir zeminde dans etmesine neden olur. Onlar kendilerini, başkalarının davranışlarını yöneten kurallardan muaf görebilirler. Daha da tehlikelisi, her şeyi isteyen ve kuralları yıkan liderler oyunu kurallarına göre oynayanlara hakaret etmiş olur. Kurallara uyan kişiler, bu tür liderler tarafından korkak ve yaratıcı olmayan kişiler olarak görülür. Reklam sektöründe görev yapan bir yöneticinin dediği gibi; “Dürüst olmak gerekirse, kuralları takip ederek ağır ağır yürüyen bireylere saygı göstermek çok zordur.” Çok başarılı bir Hollywood ajanı da yıllar önce bana şunları söylemişti: “Eğer tüm kurallara uymak istiyorsanız muhasebeci olun. Daha mutlu olur ve uzun yaşarsınız.” Bu tür bakış açıları ve davranışların; Enron, Tyco ve WorldCom gibi skandallara nasıl yol açtığını anlamak zor değil.
Bu kişiler genellikle tacı kucaklamalarını sağlayan uygulamaları bir yana bırakırlar. Örneğin, ticari ortamı izlemek için daha az zaman harcarlar. Etrafındakilerin ne düşündüğü ve yaptığına daha az dikkat edebilirler.
Gerçekten övgüye değer bir lider, aslında bir kez güce kavuştuğunda ihmalkarlıkları hayatından çıkarır. Benim de mülakat yaptığım zirveye çıkmış ve orada kalmayı başarmış liderlerin davranışları ve değerleri benzerdi. Farklı kişilikleri ve yönetim tarzları olsa da, bu kişiler son derece yüksek bir kişisel farkındalığa sahipti. Tepede bu kadar uzun süre kalmayı nasıl başardıklarını sorduğumda, hepsinin psikoloji ve alışkanlıklarla ilgili belli bir kombinasyon oluşturduğunu gördüm.
Hepimizin eksikleri vardır ve bunlar bir noktaya kadar kabul edilebilir. Hatalar ve eksikler konusundaki genel eğilim ise bunları inkar etmek ya da gizlemeye çalışmaktır. Oysa asıl yapmamız gereken onları daha iyi anlayabilmek için zayıflıklarımızın üzerine fener tutmaktır. Dahası, eksiklerimizin ya da hatalarımızın farkında olmak başkalarının bu yanlışlar nedeniyle bizi cezalandırmasına da engel olur. Örneğin Başkan Kennedy, Domuzlar Körfezi operasyonunun hemen ardından, felaketin tüm sorumluluğunu üstlendiğinde popülaritesi hiç olmadığı kadar artmıştı. Kennedy, hatalarının üstüne ışık tutmak için mizahı kullanmasıyla da ünlüydü. 1960’daki başkanlık seçimini kazanması için babasının kendisine kişisel fon aktardığı iddialarına Kennedy şu yanıtı veriyordu: “Cömert babamdan az önce şu telgrafı aldım: ‘Sevgili Jack, sakın gerekenden bir oy daha fazlasını satın alma. Ezici bir zafer için para harcarsam lanetlenirim.” Mizah; eksiklerimizi kabullenmek için özellikle çok etkili bir araçtır. Çünkü bir yanda kontrolü elimizde tuttuğumuzu ifade ederken, bir yandan da savunmasızlığımızı iletişime açar.
Gerçekleri sınamak mümkün müdür?
İncelediğim başarılı liderlerin tümü, gerçekleri sınamak konusunda çok hassastı. Onlar; kendilerine ulaşan bilgileri tekrar tekrar gözden geçirir, bilgiler hakkındaki algılarını değerlendirir ve bunu sık sık yapar. Mülakat yaptığım, kendi pazarlama firmasına sahip bir kadın yönetici; danışmanlarından gelen geri bildirimler konusunda ne zaman kuşku duysa çalışanlarının nasıl tepki vereceğini görmek için gerçekten garip bir takım fikirler ortaya attığını söylüyordu: “Gerçekleri, kriz anı yerine böyle zamanlarda öğrenmeyi kesinlikle tercih ederim.”
Yargı balonları uçurmak; yöneticilerin gerçekleri görmesine yardımcı olduğu gibi beklenmedik durumlara hazır olmasını da sağlar. Büyük bir şirketin Finans Direktörü, bakın bu konuda neler söylüyor: “Düzenli olarak radarımızla tam bir tarama yaparız. Günümüzün iş dünyasında bir lider olarak, bir şeyler için endişelenmeden işinizi nasıl yapabilirsiniz, bilmiyorum.”
İş dünyasının yöneticileri ve hükümet liderleri ile dahilikten ahmaklığa geçiş sendromu hakkında konuştuğumda bana en sık şu soru soruluyor: “Düşme tehlikesi ile karşı karşıya olduğumu nasıl anlayabilirim?” Erken uyarı sinyalleri konusunda küresel bir işaret yok, ancak liderlerin bu konuda kendilerine sorabileceği birkaç yararlı soru bulunabilir. Liderlerin; organizasyonun finansal olarak ne kadar sağlıklı olduğunu anlayabilmek için muhasebe denetçileri kullandığı gibi liderliklerinin ne kadar güçlü olduğunun ve felakete sürüklenip sürüklenmediklerini anlamak için yöneticiler de kişisel liderlik denetçilerini kullanabilirler. Sorular, aşağıdaki noktaları içerebilir:
Liderler düşerken miyop olurlar!
Felakete sürüklenen organizasyonlarda liderler büyük resmi göremezler. Bunun yerine asıl dikkatleri miyop bir biçimde delikleri kapamaya yönelir. Yöneticiler kötü haberlerin üstesinden gelmek için etrafta dolanıp dururken gerçek sorunlar ya halının altına itilir ya da görmezden gelinir. Bu bakış açısına; aslında zaman kazanıldığı ve sorunların bir süre sonra üstesinden gelineceğine yönelik yanlış bakış açısı eşlik eder. Eğer umutsuz bir biçimde yarının daha iyi bir gün olacağını hayal ediyorsanız, belki de şu anda yaptıklarınızı tamamen değiştirmeniz gerekir.
İncelediğim liderlik ahmaklıklarının hemen hepsinde, organizasyondaki bir ya da iki kişinin felaketin yaklaşmakta olduğunu gördüğünü ve CEO’yu tehlikeye karşı uyarmaya çalıştığını fark ettim. Ancak bu kişiler genellikle alkış yerine çürük domatesle karşılaşıyor, sonuç olarak da parmaklarını sallamak yerine sözlerini geri yutmayı tercih ediyordu. Daha kötüsü, batan gemiden ayrılmayı seçiyordu. Liderlerin; kötü haberleri ulaştırmaya çalışanlara nasıl tepki verdikleri üzerinde iyice ve etraflıca düşünmesi gerekiyor.
Emirlerinizi harfiyen izleyen sadık bir danışman ve çalışan grubunuzun olması harikadır. Ancak ekibin bir boşluğu doğru sürüklendiğini size söyleyecek kişilere de ihtiyacınız vardır. Kendi zihnini çok iyi bilen ve herkesin isteyeceği bir beyin gücüne sahip olan Bill Gates bile; fikir alışverişi yapmak ve en çok ihtiyaç duyduğu gerçekleri dinlemek için Steve Ballmer’a güveniyor. Gates bu konuyla ilgili fikirleri sorulduğunda; “Baştan beri, birbirimize çok derin bir biçimde güvendik” diye konuşuyor. Bir Ballmer’a sahip olmak; özellikle ihmalkar ve organizasyonun kendi değerlerini yansıtmasında ısrarcı olan liderler için gereklidir. Bu tür kişiler için fikirlerini açıkça dile getirebilecek ve durum hakkında dürüst değerlendirmeler yapacak biri olması çok önemlidir. Çalışanlarınız arasında – ya da yaşamınızda – böyle birinin olmaması tehlikede olduğunuzun ilk işaretlerinden biridir.
Defending Your Life adlı filmde, Albert Brook’un oynadığı karakter yaşamındaki günahlara tanık olmaya ve bunları savunmaya zorlanır. Allahtan hiçbirimiz böyle talepkar bir durum karşısında yanıtlar vermek zorunda kalmayacağız. Ancak kişisel denetimde zaman zaman kendinize “Davranışlarım değişti mi?” diye sormak kesinlikle çok yararlıdır. Herkesin önünüzde çömeldiği ya da her talebinize boyun eğdiği kadar önemli hale mi geldiniz? Kimi zaman hatalı olsanız da hiç kuşku duymuyor musunuz? Dürüst olun. Bu soruların bazılarına evet yanıtını verirseniz heybetin getireceği felaketlerle karşı karşıya kalmaya hazır olun.
Başarılı liderler, kendilerini ve fikirlerini ifade etmekten hoşlanır.
Günümüzün iş dünyası da çekingenliği değil harekete geçmeyi ödüllendirir. Özellikle Amerikalılar; yeni yollar açan, sektörlerde dönüşüm yaratan ve cam tavanları kırabilen liderleri beğenir. Yapmaya bu kadar çok vurgu yapıldığına bakılırsa; araştırdığım devrik liderlerin hemen hepsinin kendiyle ilgili duygularını fakirleştirdiğine şaşırmamak gerekiyor. Bu kişiler; başkalarının zihnini okumak konusunda çok parlak bir yeteneğe sahip olmalarına karşın kendilerini riske sürükleyen pek çok eğilimleri konusunda ihmalkarlık gösteriyordu.
Örneğin Bill Clinton; Monica Lewinsky ile olan ilişkisi nedeniyle sorgulandığı sırada Monica’nın ancak çok yakın arkadaşları ile paylaşabileceği ayrıntıları gözler önüne sermişti. Belki de Clinton’ın, neleri anlatması gerektiği konusunda daha çok düşünmesi gerekirdi. Citibank’ın eski CEO’su John Reed de benzer bir pişmanlık duyuyor olabilir. Şirketi, dev Citigrup’u oluşturmak için 1999 yılında Travelers Group ile bir evliliğe gitmişti. Reed ve Travelers’ın CEO’su Sanford Weill, yeni şirketi birlikte yönetecekti. Ancak zirve için sadece bir kişilik yer vardı. Reed, cesur ve yetenekli Weill tarafından hızlı bir manevrayla devre dışı bırakıldığını fark ettiğinde artık iş işten geçmişti.
Davranış bilimleri üzerine uzun yıllardır yapılan araştırmalar; kişilerin zorlu koşullardan nasıl etkileneceğini bir türlü tahmin edemediğini kanıtlıyor. Benim araştırmam da bunu doğruluyor. Zirveye ulaşma süreci kişileri daha önceden tahmin edemeyeceği ve sezinleyemeyeceği şekillerde değiştirebiliyor. Bu kişisel farkındalık yoksunluğu insan psikolojisinin bir parçası gibi görünüyor.
Ve eğer MBA öğrencilerim ile yaptığım çalışmalar bir göstergeyse; sanırım bunun kısa sürede değişmesini beklememek gerecek.
Her yıl; geleceğin liderleri olarak başarı ve gücün davranışlarını nasıl değiştirebileceğini anlamalarına yardımcı olmak için öğrencilerimden kendi ölüm ilanlarını yazmasını isterim. Bunu yaparken; olabildiğince gerçekçi olmalarını talep ederim. Öğrencilerimin, yaşamlarını dikkate değer başarılar ile doldurduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Kimisi CEO, kimisi hayırsever, kimisi çok satan kitaplara imza atan yazarlar olmayı hayal eder. Büyük, mutlu aileler, harika yaz tatilleri ve kişisel beklentilerin tümünün karşılandığını yazarlar. Ancak öğrencilerime; bu başarıları gerçekleştirme sürecinin kendilerini nasıl değiştirdiğini sorduğumda hepsi sözleşmiş gibi “çok az” ya da “tam olarak değil” yanıtını verir. Örneğin; temel değerlerinin değişmesini beklemezler. Sadece çok gerekli olursa; kişisel ve profesyonel başarı için bazı değerlerinden ödün vereceklerini dile getirirler. Mucize bir biçimde; bunların altından kalkabileceklerini iddia ederler.
Katılımcılara; büyük başarılara ulaşma sürecinin kendilerini kökten değiştirmeyeceğine nasıl bu kadar inandıklarını sorduğumda tipik olarak şu cümleyle karşılaşırım: “Çünkü ben, ne tür bir insan olduğumu biliyorum.” Başarıyı bulduklarında; şu anda olduklarının daha iyi ve büyük versiyonları olacaklarına inanırlar. Merdivenlerden aşağı tepe taklak ineceklerini hayal bile edemezler. Ve elbette sadece bu bile, birkaçının bunu yaşayacağının garantisidir.