Korku – yorum


Küçük bir çocukken öcülerle korkuturlardı. Yatağımın altında hep bir canavar var sanırdım. Sonra kabuslar, kabuslar... Beş altı yaşına basınca evde dedemden, babamdan çekinmem gerektiğini anladım. Beni sevdiklerini biliyordum ama onların istemediği birşey yapınca ya çok sert bağırıyorlardı ya da yiyordum şaplağı... Onların önünde sanki küçük bile olamıyordum, daha küçük oluyordum. Evde bir yerden bir yere giderken bile bir korku sarıyordu içimi... Ne olacaktı sonu? Sonra okula başladım. Okul da yine korkularla dolu bir yerdi. Öğretmen, müdür korkusu... Başarısızlık korkusu... Bir zaman hiç unutmuyorum; geç kalacağım diye öyle korktum ki, altıma kaçırdım. Eve dönüp üstümü değiştireceğim ama birde evde fark ederlerse diye bir daha kaçırdım. Başladım ağlamaya... Bir taraftan ağlıyorum, bir taraftan da çevredekiler bir şey soracak diye hızlı hızlı yürüyorum, aslında kaçıyorum. Okulda arkadaşlarımdan da korkuyordum, beni dövecekler diye değil ama benim hakkımda konuşacaklar diye... Ya kötü şey konuşurlarsa... Lise gelince korkularıma birde erkekler eklendi. Tanrım, bir elmanın iki yarısını niye ayrı yarattın? Mıknatıs gibi çekiyor iki cins birbirini... Ama yine de ayrıyız ve binlerce sınır var aramızda... Her bir sınır, her bir duvar bizlerin korku ve endişe tuğlalarından örülmüş.

Yıllar geçti; çekinmelerim, korkularım bitmedi. Bütün korkulara rağmen liseyi bitirdim. Üniversiteyi de İstanbul’da okudum. İşte bu tam bir devrimdi. Bizim elma yanaklı, Anadolu kızı İffet, İstanbul’da üniversitede! Bugün bir İstanbullu bilmiyorum çekinir mi New York’tan, büyük ve karışık diye ama ben o zaman İstanbul’dan çekiniyordum. Sonra işe başladım, işyeri korkuları... Terfi, iç rekabet, müdür korkusu, müşteri şikayeti korkusu... Öyle bir şeydi ki korkularım, evimin eşyalarına benziyordu. Yaşamımdan hiç eksik olmadıklarından zamanla onlara alıştım. Onlarla yaşamaya, onlara rağmen birşeyler yapmaya... Ama hayatımdan hiç çıkmadılar. Sanırım, benim hayat dediğim şey, sadece korkularımı yenebildiğim alanlarda bana kalan hayat. Saymadım, çünkü sayamayacağım kadar çok korkularım var. Ama siz deyin bin, ben deyim on bin korkum, endişem var hayatımda. Yenebildiklerimin sayısı onu, yirmiyi, otuzu geçmez. Korkular öyle şeyler ki, her gün çoğalıyorlar. Her karar durumu ve onun sonuçları korku verici... Yani yeni birisiyle tanışmak, akşam dışarıda yemek yenecekse karar vermek, yakın bir arkadaşla sohbet etmek.. Yakın bir arkadaşla sohbet ederken bile insan takılabiliyor, konuşma öyle bir yere varır ki, olursunuz en yakın arkadaşınızla kanlı bıçaklı...

Psikiyatri doktoruna da gittim. Bendeki hastalık mı diye... Yok değilmiş, biraz kuruntulu buldu beni doktor, ama ilaç bile yazmadı... Bana bir de espri yaptı, “böyle giderse hastalıktan değil ama korkudan ölebilirmişim...” Ne espri ama...

İstanbul’a geldikten sonra korkularımı yenmeye başladım. Baktım herkes korkusuzca, sonunu hesaplamadan yaşıyor. Bazı karar noktalarında korkusuzca karar aldım. Daha doğrusu korkarak ama yinede kararlar aldım. Örneğin; bu işyeri ilk çalıştığım yer değil, bir önceki işyerindeyken iş görüşmesini yaptım ve buraya geçtim. Üniversiteden sonra yurttan çıktım ve ev tuttum. şimdiki evimden ve işimden memnunum. Hayatımda korkularıma rağmen aldığım bir sürü irili ufaklı karar var ve sanırım sahip olduğum tüm mutluluklar bu kararlar sayesinde.

Birde bazı kararlarım var ki, benim kararlarım değil. Yine benim aldığım kararlar ama aslında benim almadığım kararlar. Mesela ona ya da onun aldığı çiçeğe açılmamam karar gibi. Burada açılma kararı benim; açılmama kararı korkularımın, daha doğrusu toplumun kararları. Annemin, babamın, arkadaşlarımın, eşin, dostun kararı. Onlar bana karar önermiyor elbette ama hep klasik “konu komşu ne der sonra” düşüncesi arka planda hep galip geliyor, kendi kararını dayatıyor.

Sanırım hepimiz kendimizi özgür hissederiz, belki bazıları da hissetmiyordur ama... Yine de kendi kararlarımızı kendimiz aldığımızı düşünürüz. Sanırım, bu kocaman bir yalan. Herkes kararlarını farkında olmadan toplumsal normlara göre alıyor. Normun dışına çıkmak cesaret istiyor. Ama çıkamıyoruz ve çıkamazken de, diyemiyoruz ki “cesur değiliz”... İtiraf edemiyoruz. Kılıf hazır, en derinde yapmak istediğimiz şeye “aslında onu istemiyorum” deyip geçiyoruz. Aslında belki delicesine isteyeceğiz ama, normun dışına çıkma korkusu o fikri içimizde sindiriyor, bastırıyor. Özgürlüğün en büyük düşmanı yanlış anlaşılmak, anlatamamak ya da normallere hesap vermek. Bir kararın sonuçlarıyla ilgili yapacağınız hesap vardır; ama birde normal olanlara, diğer bir deyişle çoğunluğu oluşturan korkusundan dışarı çıkmayanlara vereceğiniz hesap vardır. İşte bu ikinci tür hesap aslında gereksizdir, ama ne ilginç ki, sanırım kararların çoğu ikinci tür hesap verme durumuna göre alınıyor. Gel de böyle “özgür” olduğunu iddia etmeye devam et. Yok kardeşim, yok. Ben kendi hesabıma söyleyeyim, ben özgür değilim. Kararlarımı da pekçok örnekte başkalarına vereceğim hesabı düşünerek alıyorum. Yani bu kararlar, aslında onların kararları.

Birde almak için vermek gerekir ya. Bir kararı aldığınızda öbürünü bırakıyorsunuz. Yani ona açılmaya karar verirsem, geleceğimi ona vermiş olacağım. Açılmamaya karar alırsam da geleceğimi kendime verirken, ortak bir gelecekten de vazgeçmiş olacağım. İşte bu noktada korkularım ağır basıyor. Kendi kararımı alamıyorum. Gelecekten korkuyorum. Her şeyden korkuyorum. Tanrım ben ne yapacağım?

Söyle güzel menekşe, seni seviyorum diyebilir miyim sana?

Melih Arat
meliharat@hotmail.com


Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)