“İş”in Değil, Hayatın Yükü Ağır
İş hayatı üzerine konuşurken çoğu zaman evrensel kavramlarla başlıyoruz:
İş-yaşam dengesi, yapay zekâ, dijitalleşme, hibrit çalışma vs… Hepsi doğru, hepsi çok kıymetli. Ama bazen bu kavramların içinde kaybolup, içinde yaşadığımız gerçekliğe bakmayı unutuyoruz.
Türkiye’de çalışmak... Bu, sadece bir meslek sahibi olmak değildir. Burada çalışmak; her sabah artan bir belirsizlikle ve kaygıyla "Bugün acaba ne yaşayacağız?” diye uyanmaktır. Sadece işimizle değil, döviz kurlarıyla, fahiş eğitim ücretleri ve kiralarla yani gündemin ağırlığıyla da mücadele etmektir.
İstanbul’da sabah işe giderken aklımızın bir köşesinde deprem korkusu vardır. Öğlen haberleri açtığımızda ekonomik verilerle moralimiz bozulur. Akşam eve dönerken trafikte kaybettiğimiz zaman, hayat enerjimizden çalar. Sonra eve gelip haberleri açıp hangi kadın hangi çocuk nerede nasıl ölmüş onu izleriz. Ve ertesi gün yine aynı döngünün içine, yeniden umut taşıyarak adım atarız.
Bunları yaşamayan, hissetmeyen var mı? Sanmıyorum. Bu ülkede çalışmak, sadece işini yapmak değil; hayatla sürekli pazarlık yapmaktır. Kendi motivasyonunu, kendi umudunu, kendi direncini her gün yeniden yaratmaktır. Bütün bunları söylerken umutsuzluktan değil; gerçeklikten söz ediyorum. Çünkü gerçekleri görmeden çözüm üretemeyiz. Sadece dünya trendlerini kopyalayarak, yabancı makaleleri tercüme ederek kurum kültürü inşa edemeyiz.
Türkiye’de İnsan Kaynakları demek, aynı zamanda insana gerçekten dokunmak demektir. Çalışanların maddi kaygılarını, psikolojik yüklerini, gelecek endişelerini göz ardı edemeyiz. “İş yerinde mutluluk” projeleri yaparken insanların hayatlarında hangi yüklerle savaştığını bilmeden ilerleyemeyiz. Liderlik eğitimleri düzenlerken, liderlerin de bazen çaresizlik hissettiğini unutmamalıyız.
İşte tam da bu yüzden... Türkiye’de İK’nın görevi, yalnızca süreç yönetmek değil; duyguları yönetmek, kırılganlıkları onarmak, insanı bütün haliyle anlamaktır. Bu coğrafyada çalışanlar; sadece iş tanımlarını değil, hayatın ağırlığını da omuzluyor. Bu topraklarda çalışmak; sabırdır, dirençtir, inançtır. Ve her şeye rağmen, birlikte daha iyi bir iş hayatı yaratabileceğimize olan inancımızı kaybetmemektir.
Ama belki de her şeyin özeti şu: Biz aslında mucizeler istemiyoruz. Kurumsal masallarda başrol olma hayalimiz yok. Tek istediğimiz; ay sonunda huzurla nefes almak, iş yerinde saygı görmek, hayatı korkmadan planlayabilmek…
Ne büyük kariyer sıçramaları ne sonsuz motivasyon konuşmaları. Biz aslında sadece sıradan, basit bir hayat istiyoruz. Güvende hissedeceğimiz, hakkımızı alabileceğimiz, emeğimizin değer göreceği, yolda kalmayacağımız bir hayat.
Çünkü belki de en büyük lüks, artık sadece “normal” bir yaşam kurabilmek. Ve işte bu yüzden, İK dünyasındaki en temel görev:
İnsana önce insan gibi davranmak.
Onun yüklerini hafifletmek.
Ve o sıradan hayatı mümkün kılacak sistemleri cesaretle kurmak.
Belki de asıl kahramanlık tam da burada başlıyor.
Gülcan Çağlar Çalışkan
Genel Yayın Yönetmeni