Değişimin Önlenemez Yükselişi


En başarılı değişim çabaları; bireylerin ve sivil toplum kuruluşlarının, özellikle krizlerle dolu olan bir dönemde, dönüşüm programı başlatmak için uygun fırsatları yakalayıp, güçlü bir işbirliği içinde uygulamaya geçmek istemeleri ile olacaktı. Değişim tanımı gereği; yeni bir sistem yaratmayı gerektirir ve buna bağlı olarak da bu sistem yeni liderlere ihtiyaç duyar. Bu liderler bizlerin klasik tarzda tanımladığı liderler değillerdir. Bunlar toplumun çeşitli kademelerinde kendi alanlarında veya verdikleri uğraşlarda değişimin gerekliliğini gören ve bunun için de örgütlenme bilincinde olan bireylerdir. Bu bireyler diğer bir deyişle değişim şampiyonlarıdır. Statükocu yaklaşımları yoktur, kendilerine olan öz güvenleri yüksektir ve bir ivedilik duygusu içinde çalışırlar. Diğer önemli özellikleri ise yeni bir sistematik meydana getirirken ortak akıl oluşturmak ve asgari müşterekler üzerinde mutabakat sağlamak konularında yoğun çabaları bulunmasıdır. Zaman zaman ise varolan sistem çalışmadığı için bu liderlerin genellikle “resmi” sınırlar, beklentiler ve protokollerin dışında kalan çabaların içine girmeleri gerekir.

Türkiye’de değişimin lokomotifi sivil toplum kuruluşları olmalıdır. STK’ların temsil ettiği 3. sektörde oluşacak ivedilik duygusu, toplumsal değişim hareketinin başlangıç noktası olacaktır. Krizlerle beraber gelen fırsatları tanımlamak, tartışmak için en iyi platform STK’lardır. Çünkü değişim çabasını yönetebilecek güçte bir platform oluşturmak gerekmektedir. Bireyler, kendi çabalarını ve fikirlerini grup/takımlar şeklinde örgütlenerek daha verimli değerlendirebilirler.

Tabii bu değişim süreci içinde bir vizyonun yaratılmış olması gerekmektedir. Türkiye’nin son 14 senedeki en büyük eksiği kendine uzun vadeli bir hedef koyamamış olmasıdır. Diğer bir deyişle; bir vizyonu gerçekleştirmek için önce bir hedef (amaç) konulmalı, bu hedefe ulaşabilmek için stratejiler oluşturulmalı ve araçlar tanımlanmalıdır. Maalesef geçtiğimiz 14 sene boyunca Türkiye’nin küresel pazardaki siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmeler karşısında gösterdiği tepkiler yüzeysellikten öteye gidememiştir.

2000 yılı içinde Türkiye, tarihi bir fırsat yakalamıştır. Bu fırsat Türkiye’yi 21. yüzyılda layık olduğu konuma taşıyacak bir gelişmedir. AB ile tam üyelik sürecinin “Ulusal Program”ın imzalanması ile başlamasının, ulus olarak sahip çıkılması gereken ve sorumluluğunun siyasi otoriteye devredilemeyeceği bir fırsat olduğu açıktır. Ayrıca, bu fırsatın kendiliğinden gerçeğe dönüşeceği bir süreç olmadığı da açıktır. İnsanların daha iyi bir yaşama ilişkin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel özlemlerinin kendiliğinden olamayacağının da bilincinde olmamız gerekir. Dolayısıyla kolay ve yüzeysel yaklaşımların yerlerinin, bilgi ile beslenmiş bilinçli bir yaklaşım sistematiğine dönüşmesi gerekir. Burada STK’lara ivedi ve önemli bir görev düşmektedir. AB’nin Helsinki ve Kopenhag zirvelerinde almış olduğu kararlar doğrultusunda oluşturulan kriterler, Türkiye’nin 21. yüzyıldaki vizyonunu oluşturmalıdır.

Bu vizyonu toplumun her kademesine iletmek ise STK’ların üstleneceği bir misyon olmalıdır. STK’lar gerek saygınlık gerek imaj olarak bu rolü rahatlıkla üstlenebilirler ve yeni değer ve davranışları kamuoyuna etkin bir şekilde iletebilirler. Bu vizyonun gerçekleşmesinin önünde engeller olacağı da kesindir. Vizyonun gerçekleşmesine önemli ölçüde zarar veren sistem ve yapıları değiştirmek, geleneksel olmayan fikir, girişim, değer, davranış şekli ve eylemleri cesaretlendirme görevi yine STK’lara düşmektedir. Demokratikleşme, insan hakları, hukukun üstünlüğü, piyasa ekonomisi, küresel pazarda rekabet, etik değerler ve kurumsallaşma gibi olmazsa olmaz öğelere sahip çıkmak ve bu uyum sürecini zorlama ile değil, bilgilendirme ve mutabakat sağlama ile yapma görevi STK’lara da düşmektedir.

STK’lar bu vizyon doğrultusunda kısa vadeli kazanımları planlamak ve oluşturmak zorundadırlar. Bunu gerçekleştirirken de STK’ların kendi bünyelerini ve konumlarını güçlendirmeleri gerekir. Maalesef 1970’li yıllarda STK örgütlenmeleri siyasi tıkanıklıkların içine çekilmiş ve siyasi otoritenin de şüpheci yaklaşımına maruz kalmıştır. Bugünkü Dernekler Kanunu’ndan da görülebileceği gibi STK’ların örgütlenmeleri ve yapılanmaları şüphe ile kabul görmektedir. 1980 darbesinden sonra STK’lar tasfiye edilmiş veya sindirilmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren tekrar ivme kazanan STK’lar, Ağustos 1999 deprem felaketi süreci ile saygınlıklarını yapmış oldukları etkinlikler ile kazanmışlardır. Kamuoyu gözünde değeri yükselen ve yapmış oldukları çalışmalar ile Türkiye’nin geleceğinde üstlenebilecekleri sorumlulukların altından başarı ile kalkabilecekleri mesajını vermiş olan STK’lara önümüzdeki senelerde çok daha fazla görevler düşmektedir. Marmara deprem felaketi, Türk toplumunun siyasi otoriteye ve kamu yönetimine olan güveninin asgariye indiği tarihi bir dönüm noktası olmuştur.

AB tam üyeliğine aday olabilmek için geniş kapsamlı olarak belirlenmiş olan 31 kritere uyum sağlamamız gerekmektedir. Bu uyumun sadece kanun değişiklikleri ile olması mümkün değildir. Türk toplumunu oluşturan tüm bireylerin düşünce ve değer sistematiği yeniden yapılanmalıdır. Bunun için eğitim Türkiye’nin bir numaralı kalkınma stratejisi olmalıdır. Eğer bizler AB’ye tam üye olmak için tüm koşulları, eğitimin geri planda olacağı bir platformda getirebileceğimizi düşünüyorsak, daha şimdiden başarısızlığa mahkum olduk demektir. Ülkenin çatısında reformlar yaparken, Türkiye’nin genç nüfuslu tabanını da düşünmek gerekmektedir. Bir değişim sürecinin başarı ile sonuçlanması için hem yukarıdan aşağı hem de aşağıdan yukarı bilgilendirmeyi sağlamamız gerekmektedir. Türkiye nüfusunun % 50 gibi bir oranının 30 yaş altı olduğu göz önüne alındığında ve Türkiye’nin geleceğini de bu genç nüfusa devredeceğimiz varsayımında bulunduğumuzda, toplumun her kesiminin ciddi şekilde eğitime ehemmiyet vermesi gerekmektedir. Bu toplumsal sorumluluğu üstlenmiş en başarılı kurumlardan biri hiç şüphesiz Türkiye Eğitim Gönülleri Vakfı, yani TEGEV’dir. Türkiye’nin TEGEV gibi çalışacak ve eğitim misyonunu kamuoyunun gündeminden hiç düşürmeyecek kurumlara ihtiyacı vardır ve her zaman da olacaktır.

AB vizyonuna uymayan sistem, yapı ve politikaları değiştirmek için STK’lar; artan saygınlıklarını kullanmak, kendilerini güçlendirecek ve bu vizyonun gerçekleşmesinde rol oynayacak liderlik vasfı taşıyan kişileri bulmak, geliştirmek ve kamuoyunun gündemine taşımak zorundadırlar. Değişim süreci projeler, yeni fikir platformları ve değişim araçları ile zenginleştirilmeli, kurumsallaşmaya giden bu süreçte fikir liderliğinin gelişimini ve sürekliliğini STK’lar geliştirmelidirler. Ancak bu şekilde yeni davranışlar, değerler, eylemler saygınlık ve kalıcılık kazanabileceklerdir. Bu anlamda özel sektör içinden doğan STK’lara önemli misyonlar düşmektedir. Genç Yönetici ve İşadamları Derneği (GYİAD), Türkiye Genç İşadamları Derneği Vakfı (TÜGİK), Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) gibi STK’lara önemli görevler düşmektedir. Özel sektörden gelecek genç lider adaylarının bu tip dernekler ve vakıflar aracılığı ile kendilerini değişim sürecindeki rollerine ve sorumluluklarına hazırlamaları gerekmektedir.

Tüm bu süreç boyunca yapılabilecek en büyük hata değişimle beraber gelen yeni değerlerin toplum içinde kök salmasını sağlayamamaktır. Eğer yeni davranışlar, toplumsal normlarda ve ortak değerlerde kök salmamışsa, değişim yönündeki krizlerin yarattığı baskı azalır azalmaz değer kaybına uğrayacaktır. Değişimi toplumda kurumsallaştırmak açısından iki etken çok önemlidir. İlk etken; insanlara yeni yaklaşım, tavır ve davranışların daha iyi bir konuma gelmeleri için nasıl yardımcı olacağını göstermek şeklindeki bilinçli girişimdir. Bunun en güzel örneği de TEDMER adı altında kurulmuş olan Türkiye Etik Değerler Merkezi Vakfı’dır. Ancak şeffaf olan, sorumluluk aldığı zaman hesap verilirliğin bilincinde olan, saygınlık ve eşitlik ilkeleri ile düşünen bir toplum böyle bir hatayı bertaraf edebilir. Gerek özel sektör gerek kamu sektörü gerek STK sektörü gerekse siyaset; ortak değer yargıları ve davranış biçimleri konusunda toplumca bir fikir birliğine varmamız gerekir. Oluşacak bu ortak akıl, Türk toplumunun kültürel dokusuna ters düşmeyecek, aynı zamanda da evrensel normları yansıtacak bir çerçeve içinde oluşturulmalı ve toplumun her kesiti tarafından kabul görmelidir. Her birey Türkiye’nin gelişmesi için üstüne düşen sorumluluğun bilincinde olmalı ve bu konuda hesap verme gerekliliğini düşünerek hareket etmelidir.

Değişim sürecindeki hatada ikinci etken, tüm sektörlerde ve siyasette üst yönetimi devir alacak yeni yaklaşımın temsilcilerinin yeni konumlarında yeterince desteklenmelerini sağlamaktır. Siyasetteki değişimin öncüleri olacak fikir liderleri çeşitli fikir/görüş platformlarında örgütlenmektedirler. Bunun en başarılı örnekleri Mavi Güç Platformu, Arı Hareketi, Güçlü Türkiye ve İstanbul Platformu’dur. Bu platformlarda oluşan ve oluşacak olan siyasi düşünce kadroları Türkiye’nin yolsuzluklar içinde tıkanmış olan siyaset çıkmazını aşmasında önemli roller üstlenebilirler. Artık Türkiye, yeni siyasi kadroları üretmeli ve değişimin önünde bulunan en büyük engeli, siyaset sistemini değiştirebilmelidir. Bence bunun zamanı gelmiştir. Türkiye kendini 21. yüzyılda laiklik ile temsil edecek, değişimi kurumsallaştıracak yeni kadroları ön plana çıkartmak ve desteklemek zorundadır. Burada Türk medyasına da çok önemli görevler düşmektedir. Türk medyası maalesef devlet, özel sektör çıkar ve patronaj ilişkisinde yaşamını sürdürdüğü ve son 10 senedir bir kartel yapısına doğru gittiği için üstüne düşen ve var olma sebebi olan asli görevini yerine getirememiştir. Tarafsız habercilik ve araştırmacı yorumculuk özelliklerini kaybetmiştir. Patronlarının çıkarlarına hizmet etmek amacı ile “gazeteci” sıfatı taşıyan ve hiçbir mesleki ilke ve etik değere sahip olmayan kişiler tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Böyle bir sistem içinde, rekabete kapalı bir yaşam mücadelesi veren Türk medyası, bu değişim sürecindeki görevini üstlenememiş ve kendi çıkarlarına fayda getirmeyecek STK’ların seslerinin kamuoyuna taşınması görevini yerine getirmemiştir. Tüm bunlara rağmen, medyanın süratle kendini yeniden yapılandıracağı ve önümüzdeki senelerde çok daha girişimci, yönlendirici ve destek verici bir sorumluluk bilincine sahip olacağı kanaatindeyim. Bunun yolunun da medyada çok sesliliğin oluşması, statükocu ve ilkesiz üst yönetim kadrolarının da süratle tasfiye edilmesinden geçeceği görüşündeyim.

AB vizyonu doğrultusunda değişim sürecinin sekiz önemli adımını sizlerle paylaştım. Burada STK’lara düşen görevin ehemmiyetini ve ortak etik değerlerin bir an evvel tekrar oluşmasındaki önemin altını çizmeye çalıştım. Düşebileceğimiz en büyük hatanın da değişimin kurumsallaşmayıp, toplum kültüründe kök salmasını sağlayamamak olacağını izah etmeye çalıştım. Turgut Özal’ın 80’li senelerin ortalarında yok ettiği ve yanlış yönlendirmeleri sonucunda yarattığı toplumsal değerlerimizi acilen gözden geçirmemiz gerekmektedir.

Özalizm Türkiye’deki tutarlı ahlak sistemini çökertmiştir. Kırdaki feodal ahlak sisteminden, kentlerdeki zamana ve ortak iş yapmaya dayalı endüstriyel ahlak sistemine geçiş döneminde Özal, paranın en yüce değer olduğunu savunmuş; “benim memurum işini bilir” örneğinde olduğu gibi devlet çarkındaki yozlaşmayı ve rüşveti, bir anlamda meşru kılmıştır. Devletle iç içe olan ve bu alışverişinde para kazanan özel sektörde, aynı değer yargıları çerçevesinde son 18 senedir Türkiye’yi sömürmüştür. “Ne şekilde kazanırsan kazan, bu ahlaklılıkdır ve Türkiye buna muhtaçtır” anlayışını maalesef büyük bir başarıyla yerleştirmiştir. Bugünkü banka skandalları, hayali ihracat vakaları, gümrük yolsuzlukları, ihalelerdeki fesatlar, enerji, ulaştırma ve savunma sektörlerindeki ihalelerde yok olan milyarlarca dolar Özal’ın başlattığı ve Demirel, Çiller, Yılmaz, Erbakan gibi siyasilerin muhafaza etmeye çalıştıkları ahlak erozyonu sistematiğinin doğal ürünleridir.

Denetimsiz, anayasayı delerek ve bütün ahlak anlayışını altüst ederek sermaye birikiminin olamayacağı 21. yüzyılda artık netleşmiştir. Gerek Dünya Bankası gerek Uluslararası Para Fonu gerek ABD ve gerek AB bütün dünyada yozlaşmaya, rüşvete ve her türlü mafya/devlet ilişkilerine karşı bir savaş açmıştır. Küresel sermayenin yeni kriterleri şeffaflık, hesap verilebilirlik, eşitlik, hukukun tecellisi, çevre ve insan faktörleri üzerine odaklanmaya başlamıştır.

Yolsuzluğun toplumun her kesimine nüfuz etmiş olduğu Türkiye, halkını ancak tekrar eğiterek ve doğru şekilde bilgilendirerek, AB tam üyeliğine aday olma konumuna gelebilir. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, Türkiye için çok önemli ikinci bir karar arifesindeyiz. Lütfen hepimiz üstümüze düşen bu tarihi sorumluluğun bilincinde olalım ve Türkiye’deki siyasi sistemi ve etik değerleri yeniden yapılandıralım.

Ali MİDİLLİLİ

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)