Değişimin Karanlık Yüzü
Önce babam gitti. Elimde onun sararmış bir çocukluk fotoğrafı var: Tahta bir iskemle üstüne çıkıp poz vermiş, yoksulluktan pantalonuna kemer yerine ip sarılı, üstünde bol ve eski bir ceket, kafası sıfır numara traşlı, hani derler ya “yalın ayak, başı kabak”, işte öyle! şimdi oğlu, Word’de onu yazıyor. Font: Times New Roman. Size:12. Birazdan e posta ile bir yerlere yollayacak.
Geçen gün son teknolojilerle donatılmış danışmanlık şirketinin tepe yöneticilerinden birisiyle yemekte sohbet ederken; “Ben çocukluğumda tarlada çalışırken...” dedi. Tüylerim diken diken oluyor. “Bu nesil hala yaşıyor mu” diye düşünüyorum. Bizler internet, erp, crm, wap diye konuşurken, tarlalarda çalışarak, yanımıza gelip bizimle aynı telden çalanları düşünüyorum.
Değişim bu mu yoksa?
Sizi bilmem ama ben kendi hesabıma değişimin bu karanlık yüzünden umutlu değilim ve onu hiç sevmiyorum. Çünkü yarın, o da gittiğinde, kim benimle “ben çocukluğumda tarlada çalışırken...” diye başlayan cümleler kuracak?
Herşey değişiyor...
Şimdi dört yaşında bir oğlum var. Eskiden yirmi üç nisanlarda, ikişerli kollar halinde, başımızda öğretmenimiz, Kahramanlar İlkokulu’ndan yola çıkar, dar arka sokaklardan yürüyerek gösteriler için Alsancak Stadyumu’na giderdik. şimdi rengarenk ve sevecen özel çocuk yuvaları, büyük alışveriş merkezlerinin füme camları ardında çocuklarımızın ilk resim sergilerini düzenliyorlar. Anne babalar, ellerinde video kameralar, akordeoncu amcanın müziği eşliğinde danseden batman, süpermen, gelin kıyafetli çocuklarımızı filme çekiyoruz. Onları babamın bir akşam eve getirdiği makaralı, siyah beyaz ve sessiz makinesinde değil, onlarca pikselli, dijital zoomlu görüntülerin yansıdığı renkli vizörlerde seyredeceğiz.
Herşey değişiyor...
Anlatıyorlar. Bir telefon edebilmek için postanede sıraya yazılışlarını, ardından eve dönüp saatlerce bekleyişlerini, beklenen o an gelince de gece vakti postaneye doğru gidişlerini, en sonunda kopuk ve cızırtılı konuşmalarını. Onları bende yaşadığım için mutluyum. Ama kızgın saç sobanın üzerinde patlatılan kestaneler gibi onlar da yok artık, renkli naylon poşetlerde hepsi. Adlarına gsm, wap, gprs, bluetooth, 3g diyoruz. Onları patlatan ninelerimizle beraber yok oluyorlar.
Herşey değişiyor...
Bir zamanlar transistörlü radyoları dinlerdim. Bugün bit pazarlarında, transistörlü radyo toplayan koleksiyoncuları görüyorum. Peki yarın, benim oğlum neyin koleksiyonunu yapacak? Walkman mi, Mp3 çalar mı?
Herşey değişiyor...
Eskiden birbirimizi 68 kuşağı, 70 kuşağı diye çağırırdık. Meğerse onlar da değişmiş. Artık yeni bir kuşak adım varmış: X kuşağı! Tanımlara göre ben proje bazlı çalışırmışım, teknolojiye yatkınmışım, kendime güvenirmişim, pragmatikmişim ve diğer! Oğlumun kuşağına ne ad takacaklar peki? “Y kuşağı” mı, “nexters” mi, “home workers” mı?
Adına ne koymuş olurlarsa olsunlar, ben kuşağımı ve öncesini seviyorum. Neden mi? Çünkü ihtiyar çapkın, yanlışlıkla ve defalarca cep telefonuma mesaj yolluyor. Kur yapıyor, “Benimle rakı içer misin?” diye soruyor cinsi latifesi zannettiği bana. Sonunda hiç bir ses çıkmadığını görünce dayanamayıp, bu sefer telefonu çaldırıyor. Açıyorum, karşımda yaşlıca bir bey sesi. Numaralardan birisini yanlış kodladığını anlayınca, özür üstüne özür diliyor. Utanıyorum, zor kapıyorum telefonu. Düşünüyorum da gıcır gıcır tanımlı, yepyeni kuşaklardan biri olsa, yaptığı yanlışlığı anlayınca, telefonu suratıma kapar mıydı acaba? Hem sanırım onlar rakı da içmiyor. Çünkü her şey değişiyor.
Herşey değişiyor...
Mektuplar da değişiyor. Kartvizitlerin zımbalandığı şirket antetli kartlar da değişiyor. Ardından subject kısmında “kutlama” iletili e postalar geliyor. Doğumgünümde şirket intranetimden, isp’mden e postalar, bankamatiğimden, kredi kartı ekstremden mesajlar geliyor. Pazarlama değişiyor.
Herşey değişiyor...
Ardında beklenen kuyruklar da değişiyor. Çocukluğumda ekmek fırınının, sokak çeşmesinin önünde, ilkokulda sınıfın önünde, üniversitede kayıt masasında, askerde tören sırasında, hastanede doktor sırasında, bankada vezne sırasında.. Şimdi de telefonla çağrı merkezlerini aradığımda, gözle görülmeyen kuyruklarda bekliyorum. Bir ses kulağıma, “şu anda üçüncü sıradasın” diyor.
Ben IT (Information Technology) sektöründe çalışıyorum. Komşum interneti bilmiyor. Okuldan sınıf arkadaşım olan mali müşavir, interneti bilmiyor. Görüştüğüm ve konuştuğum birçok işyeri sahibi interneti tanımıyor. Oysa çocukları çok iyi biliyorlar. Yaşadığım sitenin arkalarında bir yerlerde, dere yatağında gecekondular var. Oraya her sel bastığında çocuklar boğuluyor. Sonra babaları, yine aynı yere yapıyor gecekonduları. İşte, bir de o çocuklar bilmiyor interneti.
Bazen apartmanımın penceresinden görüyorum. Kapıya Migros minibüsü yanaşıyor. “Birileri yine internetten sipariş verdi herhalde” diyorum. 128 bit SSL mi kullanıyorlar? Minibüsün yanından bir at arabası geçiyor. Kirden birbirine yapışmış uzun saçları ve kararmış çıplak ayaklarıyla, biri sarı nasıl olmuşsa?, diğeri kara, iki küçük çocuk ve atı süren esmer anacıkları, boş karton kutuları doldurmuşlar at arabasına, gidiyorlar. Başımı çeviriyor, bilgisayarı kapatıyorum. Kitaplığımdan rastgele bir kitap çekiyorum: Orhan Duru, “Yoksullar Geliyor”. Sonra web sitelerinden yükselen sesleri duyuyorum. Üç adam, köşelerinden bilgi ve enformasyon arasındaki farkı ve topluma yararlarını tartışıyorlar (1).
Kapıyı açıyorum, görünmeyen kalabalıklara el sallıyorum ve Michael Dertouzos’un sözlerini mırıldanmaya başlıyorum:
“Teknolojinin yaşamımıza getirdiği tüm zenginliğe karşın, insanların dünyadaki en değerli varlığın kendileri olduğunu kavradığı zaman ise, bence dünyadaki dördüncü devrim olacak, “insan çağı” başlayacak” (2).
Memet ÖZKAN
Vestel Danışmanlık (Visecon PS)
SAP Uygulama Danışmanı
Kaynaklar
Emre Aköz, Ajan.net, 23/2/2000.
M. Dertouzos Bill Gates’in hocasıdır, Capital dergisi,
sayı 2000/04, sayfa 42.