“İşimin yüzde 50’si motivasyon…”


Bize kısaca eğitiminizden bahseder misiniz?

Ben Eskişehir’de doğdum. Lise döneminde İstanbul’a geldik. Daha sonra üniversitede tenis bursu aldım ve Amerika’ya okumaya gittim. Üniversitede Uluslararası İşletme ve Finans okudum.

Tenise olan ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?

İlk defa dört yaşında tenis raketini elime aldım. O zamanlar bale de yapıyordum, yüzüyordum da… Çünkü ailem sporla yakından ilgileniyordu. Babam, annem ve ağabeyim hep sporla iç içeydi. Ben de 7 – 8 yaşlarında babamla tenis oymaya başladım. Babam o zamanlar ağabeyimle tenis oynuyordu ve sanırım ben de onları kıskanıyordum. Biraz ilgi çekmek amacıyla tenis oynamaya başladım. “Tenisçi olacağım” diye bir amacım yoktu yani…

Basketbolda da başarılıydınız ama bir ekip oyunu olan basketbolu değil de, bireysel bir sporu tenisi tercih ettiniz…

Evet, çünkü basketbolda her şey sizin elinizde değil. Siz iyi oynasanız da, ekibiniz iyi oynamayabilir. Bu nedenle ben, biraz daha bireysel bir sporun kişiliğime uygun olduğunu düşündüm ve böyle de devam ettim.

Hangi bireysel özelliklerinizden dolayı bu sporda başarılı olduğunuzu düşünüyorsunuz?

İnatçıyım ben; hani keçi gibi derler ya… Zor diye nitelenebilecek bir karakterim var. Tabii bunun olumsuz yanları olduğu gibi olumlu yanları da var. Örneğin, bir işi bitirmeden başka bir işe başlamam. Eğer kendime bir hedef koyduysam benim için her şey odur. Oysa hayatıma bakıyorum; benim de ailem var, arkadaşlarım var, dolayısıyla kendime ayırmam gereken bir zamanım olmalı ama benim için tenis, sanki bunların hepsinin üzerinde… Tenis benim her şeyim… Başarımın en büyük sebebi de bu diye düşünüyorum.
Ancak her şeyden önemlisi yaptığınız işe saygı duymanızdır. Saygı duymadığınız zaman bazı şeyleri kaybedersiniz. Prensiplerinizi, kişiliğinizi… Saygı duyduğunuz sürece başarıya daha yakınsınızdır.

Peki, sizce başarının sırrı ne?

Bence öncelikle “istemek” gerekiyor. İnsanın içinden gelmesi de çok önemli… Aileler bana “Çocuğumuzu nasıl tenisçi yapalım?” diye soruyorlar. Ama diğer işler gibi bu iş de zorla olmuyor. Tabii ki ailelerin destek olması da çok önemli… Mesela ailem beni yıllarca antrenmanlara taşımıştır. Eskişehir’de oturuyor, hafta sonları için İstanbul’a geliyorduk.

Ancak ailenizin desteği de yetmiyor. Ülkenizin, federasyonunuzun desteği, toplumun bilinci ve tenis sporuna ilgi duyması gerekiyor. Ama maalesef bunların birçoğu Türkiye’de eksik… Biz de düzeltmeye çalışıyoruz.

Türkiye’nin bu konuda çok fazla eksiği var, öyle değil mi?

Türkiye’de tenis daha bebek gibi… Önce yürüyecek, yürüdükten sonra koşmayı öğrenecek. Düşecek, sonra tekrar kalkacak.

Daha yeni gelişen bu spor dalında bugüne kadar hangi başarıları elde etmeyi başardınız?

Teniste yaş grupları 12 – 14 – 16 – 18 ve büyükler şeklindedir. Bir de tekler ve çiftler vardır. Ben tüm yaş gruplarında birinci oldum. Teniste bir yıl içerisinde dört büyük turnuva oluyor: Wimbledon, Fransa Açık, Avustralya Açık ve Amerika Açık Tenis Turnuvası. Dünyanın en büyük bu dört tenis turnuvalarına Grand Slam deniyor. Amerika’ya tenis bursuyla gittiğimde hayalim bir Grand Slam turnuvasında oynamaktı. Bu hayalimi gerçekleştirdim ve Amerika Açık Turnuvası’nda, dünyanın bir numaralı oyuncularına karşı merkez kortta oynadım. Benim hayatımın en büyük başarısı herhalde bu... 40 bin kişilik bir stadyumda olmak güzel bir duyguydu.

O halde herkesin beklentisi artık daha da başarılı olmanız yönündedir…

Tabii ama sporcu her zaman başarılı olamaz. Yaklaşık üç aydır sakatım, tenisi bilen ya da bilmeyen herkes benim durumumu konuşabiliyor. Eskiden fazlasıyla duygusal davranıyordum ama artık bu söylentileri o kadar da dikkate almıyorum. Çünkü iyi oynadığınızda iyi oyuncu, kötü oynadığınızda kötü oyuncu oluyorsunuz. Ama tabii ki insanlar benim her zaman başarılı olmamı istiyor. Başarı beklenmesi beni motive eden bir şey aslında… Çünkü ben “Potansiyelimin tamamını kullanıyorum, yapabileceklerimi yaptım” deseydim bu işe devam etmezdim.

Başarı beklentisi sizde stres yaratmıyor öyleyse?

Tam aksine beni motive ediyor. Sonuçta ben öncelikle kendim için oynuyorum, böylece başarısızlığım da sadece beni etkiliyor. Türkiye için, ailem için tabii ki oynarım ama en fazla kendime karşı sorumluyum. Çünkü insan ancak kendisi mutlu olduğunda işinde de başarılı olabiliyor.

Tenis bireysel bir oyun. Bu nedenle elde ettiğiniz sonuçlardan tamamıyla siz sorumlusunuz. Bu, takım olmaktan daha mı zor?

Basketbol gibi takım oyunlarında şöyle bir avantaj var: Kötü gününüzdeyseniz ya da bir sorununuz varsa, maç için sizin bir yedeğiniz vardır. O günkü maçı yine kazanabilirsiniz. Ama ben maç günü kötüysem, benim bir yedeğim yok. Her gün iyi olmak zorundayım. Bir takımsanız konuşacağınız bir sürü insan var. Antrenörünüz var, takım arkadaşlarınız var. Ama teniste öyle değil ki… Varsa bir antrenörünüz var, bir de siz…

Bir ekipseniz maç kazandığınızda mutluğunuzu paylaşıyor ve bütün takım seviniyorsunuz. Ben sevinince otel odamda tek başıma seviniyorum. Gelen mesajlar beni mutlu ediyor o kadar… Takım sporunun da farklı özellikleri, güzellikleri var, tenisin de… Ama tabii ki biri daha iyi, diğeri daha kötü diyemem.

Biraz da bir meslek olarak profesyonel tenisçilikten söz eder misiniz?

Profesyonel tenisçilik çok zor bir hayat gerektiriyor. Sanıyorum ki bu işi yapmak için de biraz “çılgın” olmak lazım. Şöyle söyleyeyim, senenin neredeyse 30 haftası yurtdışındasınız ve seyahat ediyorsunuz. Mesela ben bir hafta içinde Çin’de, Amerika’da, İngiltere’de ve İtalya’da olabiliyorum. Bir otel odasında uyanıyorum ve “Ben neredeyim?” diyorum. Etrafınızdaki her şey değişiyor; yemekler, kültürler, insanlar… Bu hayatı kaldırabilmek için biraz maceracı olmak gerek. Ama hayat biraz deli olmadan da geçmez. İnsan inandığı konularda elinden geleni yaptıktan sonra bazı riskleri almalı. Risk almazsanız büyük başarılar elde etmeniz mümkün değildir.

Teniste kritik nokta doğru zamanda doğru yerde olmak, öyle değil mi?

Bu sadece teniste değil, insan hayatında da çok önemli bence… Teniste topa vurduğunuz yer ve vuruş zamanınız çok önemlidir. Aynı hayatta durduğunuz yer ve harekete geçme zamanlamanız gibi… Ve zamanlamanız ne kadar iyi olursa o ölçüde başarılı oluyorsunuz.

Peki siz performansınızı geliştirmek ve arttırmak için nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

Tabii ki yıl içerisinde performansımın düştüğü zamanlar oluyor. Ancak ben performansta kilit noktanın motivasyon olduğunu düşünüyorum. Kötü tenis oynadığım zaman performansım düştüğü için değil, kötü motive olduğum için kötü oynuyorum. Duygusal dünyama bağlı olarak oynayan bir sporcu olduğum için maçlara duygusal olarak da hazırlanmam gerekiyor. Kendi başıma halledemediğim durumlarda da psikolojik destek almam gerekiyor. Çünkü tek başınıza olduğunuz için mücadeleleri hep kendiniz veriyorsunuz.

Örneğin vizenizde, otelinizde problem çıkabiliyor ve bunlarla siz uğraşmak durumundasınız. Bunlarla uğraşırken bir de maçınıza konsantre olmak pek de kolay değil. O nedenle benim işimin yüzde 50’sinin motivasyon olduğunu söyleyebilirim. Çünkü benim olduğum yerde herkes aynı tenisi oynuyor.

Dünya tenisinin bir numaralı isimlerinden Venus Williams ile Boğaz Köprüsü’nde sakat olmanıza rağmen bir maç gerçekleştirdiniz… Sanıyoruz ki köprüde bir daha kim oynasa sizin gibi hissetmeyecek.

Evet… Türkiye’ye faydası olacağı için bu maçı sakat da olsam yapmak durumundaydım. Bu belki profesyonellik değil. Ama bu konuda daha tam olarak profesyonelleşmediğimiz için, ben de bazı durumlarda duygusal davranmak zorunda kalıyorum. Ayrıca İstanbul kadar muhteşem bir şehir daha olduğunu düşünmüyorum. Her geçtiğimde “Ne güzel bir yer” dediğim bir yer Boğaz Köprüsü...

Ben bu duygulara sahipken bir de Venus Williams ile Boğaz Köprüsü’nde tenis maçı teklifi gelince, bu şansı ve ülkemi temsil etme fırsatını kaçırmamak adına sakat olmama rağmen bu teklifi kabul ettim. Tabii ki Venus dünyanın en iyi tenis oyuncularından biri ve köprüde onunla birlikte oynamak ayrı bir keyifti.

Başka ilginç deneyiminiz oldu mu?

Tabii ki oldu ve ben şu anda bu deneyimlerimi kitaplaştırıyorum. Bir Müslüman ülkenin sporcusu olarak, dünyanın her yerinde size ve Türkiye’ye karşı değişik bakış açıları oluyor, başınıza değişik olaylar geliyor. O nedenle ilginç bir kitap olacağını düşünüyorum çünkü Türkiye’de benim hayatımı yaşayan çok fazla insanın olduğunu düşünmüyorum.

Gelecek hedeflerinizi aktarır mısınız?

Öncelikli hedefim 2008 Olimpiyatlarında oynamak... Bu konuda tenis dalında Türkiye açısından bir ilk olmak istiyorum. Bunun dışında önümüzdeki sene içerisinde dünya klasmanında çiftlerde ilk yirmiye girmeyi planlıyorum. Bu hedefi gerçekleştirdikten sonra maddi açıdan daha güçlü olacağım için teklerde de antrenör tutarak daha doğru ve iyi bir şekilde ilerleyebileceğimi düşünüyorum.

Aslında şu anki halim şöyle: Bir savaşa gidiyorum ama silahım rakiplere karşı yetersiz. Kocaman bir yüreğiniz var. Peki, bu neye yarar? Yaklaşmadan bile sizi vururlar…

Ayrıca ilerde İpek Şenoğlu Tenis Okulları’nı açmak istiyorum. Ama bu okulu açmış olmak için açmak istemiyorum. Doğru zamanda doğru bir yerde açmak istiyorum ve bu işi yapacaksam çok iyi yapmalıyım diye düşünüyorum. Bu nedenle öncelikle İpek Şenoğlu Okulları Yaz Kampları şeklinde gerçekleştirmek istediğim bir planım var. Daha sonra bunu Türkiye’nin her yerine İpek Şenoğlu Tenis Okulları şeklinde açmak istiyorum.

Son soru: Siz de kendinizi bir iş kadını olarak ifade ediyorsunuz. Bu açıdan diğer iş yaşamı profesyonellerine neler önerirsiniz?

Birçok işadamı, iş kadını tenis oynuyor, spor yapıyor. Bu insanlara bir de ben “Tenis oynayın, spor yapın” demeyeceğim ama sonuçta insanlar tenis ya da başka bir sporla uğraştıkça, sporda verilen mücadele ile günlük ya da iş yaşamları arasında paralellikler göreceklerdir. Ve bu paralellikleri yaşamlarında doğru bir şekilde kullanılabilirler.

YÜRÜNMEMİŞ BİR YOLDA YÜRÜMEK…

“Artık profesyonel olarak çok daha başarılı olmam lazım ki, manevi olarak insanlara, Türkiye’ye verdiklerimi de artırabileyim. Ama yürünmemiş bir yolda yürümek gerçekten çok zor. Çünkü hata yaparak, düşerek o yolda ilk siz yürüyorsunuz. Eğer benden evvel bu işi bu seviyede birisi yapmış olsaydı, ondan öğrendiklerimle hata yapmazdım. Ama şimdi öyle değil ki… İki adım ileri atıyorsunuz, bir adım geri… Hatta bazen düşebiliyorsunuz da… Sürekli mücadele etmek zorundasınız. Ancak şunu öğrendim ki, bazı mücadeleleri yalnız başınıza vermeden başarılı olamaz, bir yerlere gelemezsiniz.”

BUGÜNE KADAR KİMSENİN YÜRÜMEDİĞİ YOLDA
HANGİ BAŞARILARA İMZA ATTI?

• Şişli Terakki Lisesi'ni bitirdikten sonra öğrenim hayatını Kaliforniya'daki Pepperdine Üniversitesi'nde devam ettiren Şenoğlu, 1999 ve 2000 yıllarında Amerikan Batı Konferansı çiftlerde, 2001 yılında da Amerikan Batı Konferansı hem çiftler hem de teklerde En Değerli Oyuncu MVP seçilmeyi başardı.
• Türk Milli Olimpiyat Komitesi tarafından 1997 ve 1998 yıllarında Yılın Bayan Tenisçisi ödülünü aldı.
• 2001 yılında milli takımlar seviyesinde Avrupa Şampiyonlar Ligi'nde mücadele etmeye hak kazandı.
• İpek Şenoğlu, Grand Slam’de oynamak hedef ve hayaline bu yıl Wimbledon’da elemelere katılarak ulaştı. İlk Grand Slam deneyimimi ABD Açık'ta ana tabloda oynayarak yaşadı. Türk spor tarihinde ilk Grand Slam maçı oynayan bayan tenisçi oldu.
• Türkiye'de ilk kez düzenlenen 2005 WTA İstanbul Cup Tenis Turnuvası'nda ana tablo maçlarının başlamasından önce dünyaca ünlü ABD'li raket Venus Williams ile Boğaziçi Köprüsü'nde bir maç yaptı.
• 2005 WTA İstanbul Cup Tenis Turnuvası'nda çiftlerde dünya sıralamasında 30. sırada yer aldı.

“KAZANSANIZ DA KAYBETSENİZ DE YALNIZSINIZ”

“Bu meslekte çok fazla yalnız kalmanız gerekiyor. Belki herkese uzaktan hoş geliyor, dünyanın her yerini geziyor gibi görünüyorsunuz ama çok yalnız ve çok zor bir hayat bizim yaşadığımız... Sonuçta maçı kazansanız da, kaybetseniz de, otel odanıza giriyorsunuz ve kapıyı kapatıyorsunuz. Şansım şu ki ben yalnız kalmayı seven bir insanım. Yalnızlığım benim en büyük arkadaşım…”


Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)