Biçim mi, İçerik mi?
En son olarak adı iyi bilinen, artık “klasik”lerden sayılan bir İtalyan’a gittik. Bir Cumartesi akşamı, vakit erken. Nişantaşı gibi kentin kalbi sayılan yerlerden birindeyiz. Kapıda karşılanıyorsunuz. Bu noktada küçük bir yorum (lütfen söylemek istediğim kötüye yorumlanmasın, amacımı aşmak istemem); misafirlerini karşılayan hanımefendinin mimiklerinde çok belirgin bir “kendine güven” hissediyorsunuz. İlk sözü, “yer ayırtmış mıydınız?”. Farkında mısınız, lüks, şık, kaliteli yerlerin zihnimizde yarattığı resimde bir değişim yaşıyoruz. Rezervasyon yaptırmak, biraz tavırlı ve mesafeli garsonlar, Türkçe karşılıkların yeralmadığı menüler, beğendirmek zorunda olunmadığınızı hissettiğiniz yer göstermeler... Haksızlık ediyor olabilirim ama rezervasyon yaptırmadan gelip, o garip “tınılı” soruyu duyduğum zamanlarda, kendimi habersiz misafirliğe gelen pişkin insanlar gibi hissediyorum. İçimden kendimi şöyle savunmak geliyor; siz bana nerenin “high” olduğunu şöyle net olarak tanımlayabilir misiniz? Bir yerin şıklık düzeyini hangi kriterlerle belirleyeceğiz. Dekorasyon mu?, Semt mi?, “In olması” mı? Hepsi biraz dediğinizi duyuyorum galiba. Peki servis? Ağırlamadaki profesyonel ilgi? Yemeğin malzemesindeki özgünlük, iddia ne olacak?
Bilirsiniz, bizim lokantaların kapısında damga gibi sınıfı yazar. Birgün gayet pahalı bir yerin kapısında “2.Sınıf” levhası görmüştüm de, sonradan bana vergi oyunları için böyle bir yola gidildiği izah edilmişti. Göründüğünden farklı olmanın sanalı da oluyor. Nasıl mı? Bir Batı ülkesinin lokantalarını düşünün. şıklık düzeyi olarak farklı seçenekleriniz vardır. Çok pahalı yerler azdır ve özeldir. Hatta bazılarında kıyafet şartı bile vardır. Sonra uçsuz bucaksız öteki seçenekler gelir. Her köşe başında karşınıza iyi bir yer çıkabilir; çoğunu bilmeden keşfedersiniz. Ama iyi olanların kendi aralarında bir iç dengesi vardır. En büyüklerin yerine “oynamazlar”. Dönelim çöplüğümüze. Kapısına 2. sınıf yazan yer, Devlet dahil, herkesin bildiği açık bir oyun oynuyor. Ortada, levhanın tuhaflığı dışında birşey yok. Ama Nişantaşı’nın tali bir caddesinde bir apartmanın altındaki İtalyan lokantası, hafif burnu havada, size çok özel bir yerde olduğunu hissettirmek istiyorsa, ben buna sanal imaj derim. İşin ilginç yanı bu koşulların gerekliliğini savunan görüş. Bu ortamın, müşterilerin kendilerini farklı hissetmelerine yaradığını ve hatta bir lokantanın hayatta kalmak için böyle yapmaya zorunlu olduğu iddialarını bazı sohbetlerimizde duymuşumdur. şayet öyle ise, biz lokantaya değil, tiyatroya gidiyoruz, oyuncularda bizzat bizleriz. Alan ve satan memnun olduğuna göre, bu da bizim lüks anlayışımız diyebilirsiniz.
Lütfen söyleyin benim gibi düşünen insanlar da yok mudur acaba? Gerçekten özel ve pahalı bir yere gitmek istiyorsam, bunu herzaman yapabilirim. Ama “lalettayin” bir akşam, rezervasyon yaptırmamış olma utancını ve ezikliğini sırtımda taşımadan, üzerimde en sıradan kıyafetlerle, sıradan ve zararsız bir Türk şarabı ile (bugünlerin pek moda bir tabağı olan) sorunsuz bir deniz ürünleri risotto’su yemek gibi “bilinçli” bir tercihim varsa daha doğal bir ortamda bulunmayı tercih ederim. Ne eksik, ne fazla. Bu söy lediğim bir Çin lokantası için de, bir Fransız lokantası için de geçerlidir.
Gelelim iş dünyasına. Bir banka düşünün ki, billboard’lardaki yaratıcı reklamlarıyla, şubelerinin etkileyici dış görünüşüyle ilginizi çekiyor. Gördükleriniz, insanın beklentisini çok yukarı çekiyor değil mi? Bir de içeriden keşfetmeye ne dersiniz? Konusunu tam bilmeyen mağrur ve güzel genç hanımlar, gün içinde defalarca “off’a düşen” bilgi işlem sistemi, geç açılan sonra da domino efekti gibi birbirine pas edilen telefonlar, müşterilere verilip unutulan sözler... Ne farkı var bizim gereksiz havalı İtalyan lokantasından?
Son sözüm; biçim mi, içerik mi değil; hem biçim, hem içerik!
Ahmet Eryılmaz
eryılmaz@ae.com.tr