5. Kat’ın hünerli eli: Yasemin Alkaya
Mekanın sahibesi tiyatro oyuncusu Yasemin Alkaya da en az sahibi olduğu bu mekan kadar sürprizlerle dolu ve farklı bir isim. Ankara Devlet Konservatuarı’nda aldığı bale eğitiminin ardından, İstanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nü bitiren Alkaya’nın sinema ile tanışması öğrencilik dönemlerine rastlamış. Aynı zamanda Yeşilçam’ın ilk yönetmenlerinden birinin kızı olan sanatçı bu sayede sinemayla erken yıllarda tanışma olanağına sahip olmuş. Alkaya daha oyunculuğa adım atar atmaz kendini içinde bulduğu sinema oyunculuğunun tiyatro sahnesindeki oyunculuğunuda etkilediğini daha yalın ve doğal hale gelmesini sağladığını söylüyor.
Bu dönemde TRT’de yayımlanan Yaprak Dökümü adlı dizi ve Wim Wenders prodüksiyonu olan “Yer Demir, Gök Bakır” filmi ise sanatçının kariyerini ağılıklı olarak sinamaya yönlendirmiş. Bu çalışmaların ardından 1992 yılında Ankara Film Festivali'nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldüğü "Kurt Kanunu" adlı film gelmiş.
Bu gelişmelerin ardından sanatçı meslektaşları ile kurdukları tiyatro grubu “Tiyatrofil” ile Rus yönetmen Kama Ginkas'ın yönettiği Anton Çehov’un “Hayat Çok Güzel”, Inez von Dulleman'ın “Beni Kuma Yaz” ve Antonio de La Parla'nın “Günlük Müstehcen Sırlar” adlı oyunlarını sahnelemeye başlamış.
Alkaya o günlerden kendisine kalanları şöyle anlatıyor: “Mutlaka konservatuar eğitimi ve yaşadığımız her gün bizi oyuncu olarak bir noktaya taşır ama nasıl bir oyuncu olmak istediğimizin ve nasıl işler yapmak istediğimizin kararı bazen bir yönetmen, bazen okunan bir kitap, bazen de seyredilen bir filmle gelir. Bu anlamda Kama Ginkas benim bütün sorularımın ve beklentilerimin cevabı olup onunla yaptığımız çalışma sonrasında oyunculuk anlayışım ve stilim belirlenmiştir.”
Tecrübesi yoktu ama…
Alkaya, bir süre sonra tiyatronun devamını sağlamak için bir kaynak arayışına girdiklerini ve bu arayışın da 5. Kat fikrini ortaya çıkardığını ifade ediyor. Daha önce de başka bir mekânın idaresini üstlenen sanatçı gerçek anlamda işletmecilik deneyimini ilk kez bu mekânda yaşadığını söylüyor: “Okuldan mezun olduğum yıl devlet tiyatrosuna girip doğuda görev yapmak istemedim. Genç bir oyuncu şehrin sunduklarından beslenir çünkü. Festivaller, sinemalar, tiyatrolar, genç bir oyuncu için en gerekli şeylerdir. Dolayısıyla para kazanmak için başka bir iş yapmak gerekiyordu.
Arkadaşım Mustafa Alabora beni bir mekâna işletmeci olarak önermiş. Önce çok şaşırdım çünkü ben içki ve sigara kullanmayan, Çiçek Bar, Taksim Sanat evi ve Bilsak’tan başka gece hayatı olmayan, ama çevresi geniş ve çok iyi yemek yapan küçük bir oyuncu kızdım. Nasıl olur da bir mekanı işletebilirdim? Annem çok destekledi bu fikri, çünkü ikinci bir mesleğe ihtiyacım olduğuna, oyunculukla karın doyurulmayacağına inanıyordu. Oyunculukla karın doyar aslında ama o benim ne kadar idealist ve dik başlı olduğumu bildiği için beni yönlendirdi. Gerçekten de mekan çok başarılı oldu; doldu taştı hergün. İkinci ayın sonunda işletme sahibiyle yaşadığım tatsız bir olay ‘Bir daha asla kimsenin yanında çalışmayacağım’ dedirtti bana. Ama bu arada piyasada isim yapmıştım, yaklaşık altı teklif aldım. Neden bu kadar teklif aldığımı yıllar geçip işi öğrendikçe anladım. İşi bilmiyordum belki ama insan ilişkilerim çok kuvvetliydi, çok disiplinli ve çalışkandım ve oyunculuk eğitimi bana çok önemli üç şey öğretmişti: Arkanda bile gözünün olması, çok iyi konsantre olmak, bir problemle karşılaştığında anında çözüm üretmek... İşte bu özellikler bir işletmeci için çok gerekli özellikler.
5. Kat, Bilsak adıyla faaliyet gösterdiği dönemlerde, benim yıllardır gidip geldiğim bir mekandı. Türkiye’deki ilk kültür merkezi olması, bir tiyatro atölyesinin olması gibi özellikleri burayı benim için çok cazip kılıyordu. Ama asıl önemli olan şuydu birisinin yanında çalışmıyacaktım mekanı kiralıyıp kendim işleticektim yani bütün sorumluluk bana ait olucaktı”
Tiyatrofil, 1993 yılında yaşanan ekonomik kriz ve 1999 yılındaki Marmara Depremi ertesinde karşısına çıkan maddi sıkıntılar ile daha fazla boğuşamayınca grup tiyatroyu kapama kararı almış: “Söylediğim gibi 5. Kat’ı açarken asıl amacım buradan kazandığım parayı tiyatroya aktarmaktı. Fakat buradan kazanılanı tiyatroya aktarmak olanaksızdı çünkü işi öğrenmekle para kazanmayı öğrenmek arasında yıllar geçti. Mekan çok iyi iş yapıyordu ama ben para kazanmayı, daha doğrusu kaybetmemeyi altı yıl sonra öğrendim. Bir yandan da mekanı döviz borcu ile açmıştım. Dolar 12 bin lira idi, iki ay sonra 35 bin lira oldu ve benim borcum azalacağına çoğaldı. Bırakıp gidebilme lüksümün olmaması beni işi öğrenmeye mecbur kıldı.”
Yaşanan tüm sıkıntılı günlere ve tatsız deneyimlere rağmen Alkaya böyle bir mekanı işletmenin kendisine getirdiği artıları göz ardı edemeyeceğini söylüyor: “Yaşadıklarım ne olursa olsun elbette iyi bir tarafı da vardı. Burası bana yaşamak ve ayakta kalmak için tiyatrodan başka yapabileceğim şeyler olduğunu göstermekle kalmadı, sadece para kazanmak için istemediğim rolleri seçmeme lüksünü de sağladı. Birçok insan tanıdım ve birçok hikâye yazdım. Bu sayede ilk yönetmenlik deneyimimi gerçekleştirdim ve gördüm ki aslında ben on üç yıldır yönetiyormuşum. Zaten film yönetmenin tek farkı sanatsal artılarının olması yoksa iş olarak bakılırsa filmin yaratıcılık aşamasından sonrası tamamiyle aynı idi. İlk filmimin adından da anlaşılacağı gibi ‘5. kat’ buranın bir gününü anlatıyor ve birçok uluslararası festivale katıldı; Montreal Bangkok içlerinde en önemlileri. Fakat hala bazen ‘Ben bir oyuncuyum, yaşamımı yanlızca oyunculuk yaparak mı sürdürmeliydim?’ diye düşünmüyor değilim.”
“Sorumluluğun kime ait olduğunu belirlemek önemli…”
Sıra o klasik soruyu sormaya geliyor şimdi de… “Nedir buranın başarısının altında yatan sır?”… “Önemli olan bir işi yaparken sorumluluğunuzun kime karşı olduğunu çok net belirlemek” diyor Alkaya: “Burada bize maddi gelir sağlayan kişi müşterilerimiz ise o zaman herşeyden önce onlara karşı bir sorumluluğumuz var. Dolayısıyla onları nasıl karşılayacağımız, servis yapacağımız ve nasıl en mutlu şekilde uğurlayacağımız gibi konuların üzerinde sürekli düşünmek gerekiyor. Sonraki aşamada personelin bu kriterleri nasıl en iyi şekilde sağlayabileceği konusu gündeme geliyor.”
Alkaya, burayı damak zevki olan, farklı bir atmosfer arayan ve özgür düşünceli kitlenin tercih ettiğini söylüyor. Dediğimiz gibi ayrıntıları ile öne çıkan bir mekân burası ve bu ayrıntılardan belki de en önemlisi servis elemanlarının kalitesi ve disiplini... Bu konu ile de birebir ilgilendiğini söylüyor güzel yönetici... Alkaya personel yönetimi konusunda mümkün olduğu kadar motive edici ve destekleyici olmaya çalıştığını söylüyor ve şöyle devam ediyor “Çok kolay personel seçemiyorum ve bu konuyu benden başka kimseye bırakmam mümkün değil. Çünkü birlikte çalışacağım kişiler benim için herşeyden önemli. Sonuçta burası benim tek başıma ayakta tuttuğum bir yer değil, bir ekibin ürünü…
Benimle birlikte çalışacak insanın herşeyden önce zeki ve kişilikli olması gerekiyor. Çünkü bu iş, hiç de dışarıdan göründüğü gibi kolay değil. Gerçekten zeki olmak, sorunlara anında çözüm üretebilmek, karşınızdaki insanın psikolojisini ve onu neyin mutlu edeceğini anlamak, bir de tabii ki profesyonel anlamda işinin gereklerini yerine getirmek gerekiyor.
Biliyorsunuz Türkiye kadınlı erkekli gidilen eğlence kültürüne daha yeni alışmaya başlıyor. Onun öncesinde içki kültürü denilince akla sadece meyhaneye giden erkekler gelirdi. Artık kadınlar da arkadaşları ile içki içmeye gidiyorlar ve bu da farklı bir sofra adabı gerektiriyor. Burada –ve diğer bir çok mekanda- garson olarak çalışanlar sosyo-ekonomik açıdan daha düşük seviyedeki bölgelerden geldikleri için doğal olarak bir kültür şoku yaşanıyor. O noktada devreye girerek en doğru şekilde eğitme görevi de işletmeciye düşüyor.”
İkinci film yolda…
Alkaya, beyaz perdedeki ilk yönetmenlik deneyimini 2005 yılında 5. Kat’ın bir gününü aktardığı filmi ile elde etmiş. Bu günlerde ise yeni filminin heyecanını yaşıyormuş sanatçı. Yeni çalışma ile ilgili biraz ipucu vermesini istediğimizde çok çarpıcı bir hikâye üzerinde çalıştığını söylüyor… “İkinci filmim de çok ağır ve gerçek bir hikâye... Bir kaza sonucunda ailesini kaybeden üç kız kardeşin Türkiye’nin sosyal yapısı ve adalet sistemi yüzünden şizofreni ve pavyon hayatıyla sonlanan hayatlarına tanıklık ediyor. Film çok insani bir konuyu ele alıyor, bunun yanı sıra baş karakter yaşadığı onca şeye rağmen hala o kadar kuvvetli ve o kadar insan ki onu tüm dünyanın tanımasını istiyorum onu.”
“Peki…” diyoruz; “Bundan sonra hep kameranın arkasında mı kalmayı tercih edeceksiniz?”
“Zaten oyunculuk yaparken de düşündüğüm şey hep oydu.” diye yanıtlıyor Alkaya sorumuzu ve ekliyor: “Ne olursa olsun oyunculuk çok sınırlı, kamera arkası ise çok daha olanaklı bir ortam. Zaten filmlerimde kendim de oynuyorum. Tabii ki oyunculukta da çok yaratıcı olmanız, bir yönetmene bağlı da kalsanız mutlaka kendinizden bir şeyler katmanız gerekiyor.
Fakat artık her dizi çevirenin, her sahneye çıkanın oyuncu olarak anıldığı bir devirdeyiz. Oysa oyunculuk çok farklı bir şeydir. Herhangi bir duyguyu birisine aktarmak değil; bir duyguyu başka hiç kimsenin aktaramayacağı şekilde aktarmaktır. Böyle bir ortamda o oyunculardan biri olarak anılmak istemiyorum açıkçası.”
Hazır konu açılmışken son zamanlarda iş dünyasında da oldukça tartışılan “yaratıcılık” konusuna da değinmeden geçemiyoruz tabii. Bir sanatçı ve yönetici olarak yaratıcılığın tanımını soruyoruz Alkaya’ya: “Bir insan ya yaratıcıdır ya değildir” diye başlıyor söze sanatçı: “Yeni bir şeyler yaratma kabiliyeti asla sonradan kazanılacak bir şey değildir ama sahip olunan yaratıcılık geliştirilir tabiyki. Örneğin buranın dekorasyonuna bakan herkes ne kadar yaratıcı olduğumu söyler bana. Oysa ben burada yaptığım hiçbir şeyi önceden tasarlamadım ve bir yaratıcılıkta görmüyorum. Yaratıcılık daha özel bir şey benim için bir role çalışırken ya da senaryo yazarken gerçek yaratıcılık yani farklı görebilmek giriyor devreye. Bu doğanın insana bir hediyesi.”
“Buenos Aires’e gidip İspanyolca öğreneceğim”
Söyleşimizin sonunda söz geleceğe dair hayallere geliyor. 5.Kat’ın vaktinin çok büyük bir bölümünü aldığını söyleyen Alkaya, bir taraftan işletmecilik diğer taraftan oyunculuk ve yönetmenlik çalışmalarının kendisi için yorucu olmaya başladığı an Buenos Aires’e yerleşerek İspanyolca öğrenmek istediğini söylüyor:
“Türkiye’de yaşam gün geçtikçe daha da zorlaşıyor ve bizler giderek insan olmanın ne demek olduğunu unutarak ve insanlık dışı koşullara alışarak yaşamaya başlıyoruz. Evet, bu belki de bizlere son yirmi yıldır dayatılan bir çıkmaz sokak… Ama ne olursa olsun niye insan olduğumuzu ve insan olarak asıl görevlerimizin neler olduğunu devamlı sorgulamamız gerekiyor. Sahip olduğumuz birikim başka hayatların kalitesini arttırmıyorsa ve yanlızca kendi hayat kalitemizden sorumluysak gelicek çok yakın bir zamanda gerçek bir karabasan olucak demektir. Aydın insanların bu sorumluluğu hissedip gelecek için mücadele etmesi şart.”