Sahne bir matematik işidir İyi bir rejisör problemleri deneyimleri ile çözer
Aslında İstanbul Devlet Opera Balesi’nde Macbeth’i sergilemek benim uzun zamandır planladığım ve üzerinde çalıştığım bir konuydu. Zaten geçtiğimiz sezon bu iki ustayı bir araya getiren diğer bir önemli eserin, Othello’nun yönetmenliğini üstlenmiştim.
2006 yılı ise eserin Shakspeare tarafından sahneye koyuluşunun dört yüzüncü yıl dönümüydü. Önerimi İstanbul Devlet Opera Balesi’nin Sanat Kurulu ile paylaştım. Eserin sahneye koyulması Kurul tarafından da onaylandıktan sonra da hızla çalışmalara başladık.
Bir oyunun sahneye koyulmasında en kritik periyodu “hazırlık dönemi” oluşturuyordur herhalde. Neler yaşanıyor bu süreçte?
Hazırlık dönemi, yönetmenin zihnindeki yorumun sahnede nasıl bir boyut kazanacağının görülmesi açısından çok kritik bir süreç. Eserin sanat kurulunda tartışılarak onaylanmasının ardından, ilk iş olarak, görev dağılımında rolü olan oyuncular kendilerine ait bölümleri bireysel olarak çalışmaya başlıyorlar. Solistlerin yanı sıra koro ve orkestra da bir yandan şeflerin denetiminde kendi müzikal çalışmasını yapıyor.
Sahne provaları henüz başlamadan, rejisör dekoratör ve kostüm yaratıcısı ile bir araya gelerek o esere ilişkin yorumunu aktarıyor ve talep ettiği bazı özel ayrıntıları paylaşıyor. Rejisörün zihninde canlandırdığı konseptin dekora ve kostümlere en iyi şekilde nasıl yansıyacağı, bunun için kullanılması gereken renkler ve dokular, bu esnada tartışılıyor ve hep birlikte geliştiriliyor.
Yönetmen, daha sonra, solistler ve koro bir araya gelerek sahne çalışmalarına başlıyor. Bu, aynı zamanda haftanın altı gününü kapsayan oldukça yoğun bir prova dönemi anlamına da geliyor. Bu dönemin ardından orkestra ve solistler bir araya gelerek ve çalışmalara birlikte devam ediyor.
Bu sırada dekorlar, aksesuarlar, kostümler imal ediliyor. Orkestra, solistler ve koro kusursuz bir şekilde bir araya getirildikten sonra, sıra dekorun kurulduğu, kostümlerin giyildiği son provalara gelir.
Macbeth’in arkasında kaç kişilik bir ekip var?
Solistler, koro ve orkestra ile birlikte sahne üzerinde neredeyse 200 kişiye yakın bir sanatçı kadrosu söz konusu. Bunun yanı sıra figüranlar, çocuk oyuncular, orkestra ve koro şefleri, şef yardımcıları, piyanistler de doğrudan seyirci ile buluşan ekip.
Fakat oyuna emeği geçenler bu kadarla sınırlı kalmıyor. Marangozhane, terzihane, şapka ve aksesuar atölyesi, ışıkçılar, reji asistanları gibi yüzlerce isimsiz kahramanın emeği var bir eserde. Sizlerin izlediği o iki üç saatlik temsil için neredeyse bir ordu görev alıyor.
Peki, bu ordunun kumandanı olarak siz kontrolü nasıl sağlıyorsunuz?
Yönetmenlik yaşamımda yaklaşık yirmi yedi yılı geride bıraktım. Bunun yanı sıra sekiz yıl süreyle İstanbul Devlet Opera Balesi’nin yöneticiliğini yaptım. Bu deneyimlerim bana bir şeyi açıkça gösterdi ki başarılı yöneticiliğin ilk ve en önemli koşulu birlikte çalıştığınız herkese karşı “sevgi” ile yaklaşmak. Zaten bizim mesleğimizde bunun aksi düşünülemez. Sonuçta burada hepimiz aynı yola baş koymuş, aynı sanata gönül vermiş insanlarız. Bilirim ki birlikte çalıştığım ekip arkadaşlarıma karşı gösterdiğim sevgi, dönecek dolaşacak yapılan işe ve bu kuruma yansıyacak.
Bunun yanı sıra çok fazla disiplinli olduğum da bir gerçek... Bu da bu mesleğin getirmiş olduğu bir zorunluluk. Çünkü sahne hatayı asla affetmez. Sahnede her şey apaçık ortadadır ve kazalara çok açık bir mekândır. Herhangi birinin en küçük bir hatası bile beraberinde çok büyük yanlışları getirebilir.
Şöyle düşünün, bir temsil esnasında sis makinesinin başındaki teknisyenin bir anlık dalgınlığı ile sisi yanlış zamanda vermesi o temsilin gidişatını tamamen etkileyebilir. Bu yüzden o teknisyen benim gözümde en az başrol oyuncusu kadar önemlidir. Bu yüzden herkesin görevini son derece önemsemesi ve mükemmel şekilde ortaya koyabilmesi şart.
İşte bu “önemseme” süreci provalarda başlıyor. Provalarda görmezden gelinen en küçük bir hata ileride çok daha büyük sorunları beraberinde getirebilir. “Temsil çok güzel başarılı geçti; artık işimiz bitti!” gibi bir anlayış sanatta asla söz konusu olamaz. Çünkü her bir temsil bizim için yeni bir sınavdır. Ben de her temsilde mutlaka ışık odasında oturur; sanki ilk temsilmiş gibi bütün ekiple birlikte görevimi yapmaya çalışırım. Takım ruhunu her durumda bir arada tutmak gerekiyor.
Size göre bir ekibin balarısını sağlamak için “olmasa olmaz” öğeler neler?
Bugüne kadar yurt içinde ve yurt dışında görev aldığım yüzlerce projede “ekip ruhu” benim için her zaman en önemli konu oldu. Çünkü operada, ortaya iyi bir iş çıkarmak istiyorsanız ekibin birbirine kenetlenmesi, gece gündüz demeden, bıkıp usanmadan, “tek ruh” olarak çalışması gerekiyor. Bu yüzden her şeyden önce “Biz bir ekibiz, çok uzun bir süre birlikte soluk alıp vereceğiz.” fikri zihinlere kazımalı.
Tabii ki her yerde olduğu gibi kimi zaman opera sahnesinde de oyuncular arasında çatışmalar, kırgınlıklar yaşanabiliyor. Fakat ben bir yönetici olarak buna asla izin vermemeye çalışıyorum. Birbiriyle sorunu olan oyuncularımın mutlaka bir araya gelmesini ve uzlaşmasını sağlarım. Tabii ki kimse birbirini çok sevmek, özel yaşamında birlikte vakit geçirmek zorunda değil. Fakat oyun sırasında ortaya çıkan garip bir enerji vardır. İnsan biraz da yaşayarak öğrenir bunu. Bu enerjinin zedelenmesine asla izin veremem.
Sanatçının ruhunda var olan “yıldız” olma güdüsü ile “takım oyuncusu” rolünü nasıl dengeliyorsunuz?
Aslında o konu biraz da yönetmenin becerisine kalıyor. Oyuncuları sahnede yerleştirirken ve mizansen verirken iyi bir yönetmen onu kendiliğinden dengeler. Sahnede oyuncuları yerleştirmenin ve bir bütün içinde öne çıkartmanın da belli kuralları var. Sahne bir matematik işidir. İyi bir yönetici o matematiği deneyimleri ile çözer.
Fakat şu da unutulmamalı ki yıldızların gerçekten “parlaması” gerekiyor. Başrolde oynayan oyuncunuzun rolünün hakkını vermesine izin vermeniz gerek. Belki geçmişte ben de sahnede yer aldığım için sanatçının halet-i ruhiyesinden biraz daha iyi anlıyorum ve biliyorum ki bir “yıldız” kolay yetişmiyor.
Oyuncu hangi rolde oynarsa oynasın “star” olduğunu hissetmek ister. Çünkü bu gerçekten çok zor bir iş… Örneğin koro, her zaman sahneye birlikte çıkan, birlikte söyleyen ve birlikte sahneyi terk eden bir topluluk olarak algılanır. Oysa koro –örneğin Macbeth için- 84 ayrı sanatçının bir araya gelmesinden oluşan bir topluluktur. Ben koroda yer alan her bir sanatçıya tekli bir mizansen vermeye ve işlevlerini farklı bir boyuta taşımaya çalışırım.
Bir oyuncu rolünü yaratmak için çok büyük çabalar harcar; adeta o rolle boğuşur Kimi zaman performansında iniş çıkışlar olur, umutsuzluğa düşer, yılgınlık hisseder. Çok başarılı olamadığını hissettiği, yaptığı işten tatmin olmadığı anlar olabilir. Fakat oyuncunun motivasyonunu tam olarak kaybetmeden yoluna devam etmesini sağlama görevi yine rejisöre düşüyor.
Bu anlamda her yöneticinin biraz da psikolog olması gerektiğini söylemek sanırım doğru olacak. Sonuçta hepimiz insanız ve özel yaşamımızda yaşadıklarımız biz istemesek de yaptığımız işlere yansıyor.
Bu da çok büyük bir sorumluluk getiriyor size, öyle değil mi?
Tabii, oyuncunun motivasyonunu en yüksek seviyede tutmaya gayret gösterirken, diğer yandan hiçbir zaman “ben oldum” hissine kapılmamasını sağlamak gerekiyor. Bu çok bıçak sırtı bir hadise... Çünkü “ben oldum” duygusu insanı gevşetir. Oysa rehavet bir sanatçı için en tehlikeli duygudur.
Sanat hiçbir zaman sonu olmayan bir yoldur. Daima mükemmele doğru bir arayış vardır. Bizim yarışımız her zaman kendimizle. Bu sadece sanatçılar için değil tüm insanlar için geçerli. Kişi önce kendi ile rekabet etmeli. Hele ki başarılıysanız artık daha çok çalışmak; her geçen gün kendinizi biraz daha aşmak durumundasınız.
Yaptığınız bir iş çok başarılı bulundu... Peki, daha sonra ne olacak? İşte asıl felaket ondan sonra başlıyor. Çünkü bir sonraki sefer başarınızı bir üst seviyeye taşımak için neler yapmanız gerektiğini düşünmeye başlıyorsunuz. Bu çok ağır bir sorumluluk yüklüyor insana. Her yapılan işte yeni bir şeylere yönelmek, insanların beğenisini kazanmak ve yaptığın işten tatmin olmak durumundasın.
Biraz da Yekta Kara’nın gözünden Macbeth’i dinlemek isteriz...
Macbeth aslında çok karanlık, kasvetli, kopuk ama bir o kadar da güzel bir eserdir. Shakspeare’in en önemli dört tragedyasından biri... Guiseppe Verdi’nin ise ilk dönemlerine denk gelen fakat yine en önemli eserlerinden biri.
Belki de bu yüzden müzikte değil ama kurguda bir takım kopukluklar söz konusu. Bu da geçişler esnasında seyircinin tansiyonunu düşmesine ve ilgisinin azalmasına sebep oluyordu. Bu yüzden çalışmalara başlarken “bütünselliği yakalamak” benim için en önemli konuydu.
Buna çözüm getirmek amacıyla perdeleri ikişer ikişer birbirine bağlamayı uygun gördüm. Böylece dört perdelik oyunu iki perdeye indirmiş oldum. Diğer türlü her perdenin başlangıcında seyircinin ilgisini yeni baştan çekmek zorunda kalacaktık
Fakat bu, hem oyuncular hem de benim için oldukça riskli bir seçimdi. Çünkü normalde bir sahne oynandıktan sonra ışıklar kararır; bu esnada dekor ve kostümler değişir. Ama bu kez geçişler izleyicilerin gözü önünde olmak zorundaydı. Buna göre bir dekor ve kostüm konsepti oluşturmak zorunda kaldık.
İkinci olarak Macbeth’i daha keyifli bir oyun haline getirmek istedim. Çünkü oyunun kendisinden kaynaklanan bir kasvet zaten var. Ama bu kez çok farklı, aydınlık ve renkli bir Macbeth operası ortaya çıktı. Zaten kısa zamanda çok beğenildi ve kabul gördü.
Yorumunuz öyküyü bilenleri biraz şaşırtacak o halde?
Evet, örneğin benim yorumumda cadılar bambaşka bir anlam kazandı. Biliyorsunuz Shakspeare’in yazdığı Macbeth’de üç tane cadı vardır. Ama ben kendi yorumumda bu sayıyı kırk üçe çıkardım. Fakat Shakspeare’in üç cadısını ayrı bir yerde tutarak bir anlamda eserin orijinaline sadık kaldım. Anlayacağınız bu kez cadıları oyunun en temel unsuru olarak baş köşeye yerleştirdim.
Ortaçağda kadınlar hep cadı olmakla suçlanmış. Hatta tarihte erkek cadıya hiç rastlanmaz. O dönemde “kadın”, kendisine söz hakkı bile verilmeyen; görevi sadece yemek yapmak, çocuk doğurmak ve kocasına boyun eğmek olan insanlar olarak görülüyordu. Bu kuralların biraz olsun dışına çıkanlar ise “cadı” cezaları ise yakılarak ölmek oluyordu.
Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen bazı şeylerin hala değişmemiş olması gerçekten çok trajik ve aslında biraz da bunu göstermek istedim. Aynı şey “güç” ve “iktidar hırsı” kavramları için de geçerli. Bugün sadece siyaset yaşamında değil, iş dünyasında ve sanat camiasında da kıran kırana iktidar savaşları yaşanıyor. İktidar söz konusu olduğunda insanlar gözü hiçbir şeyi görmeyecek kadar kararabiliyor.
Bana göre tüm bunların açıklaması aslında çok basit: “İyilik de kötülük de insanın içinde var. Bizler başımıza gelen kötü şeyler için hep bizim dışımızdaki etkenleri suçlama eğilimi gösteriyoruz. Oysa “cadılar” kendi içimizde. Onların sesine boyun eğdiğimiz, bizi baştan çıkarmalarına izin verdiğimiz sürece kötüye yöneleceğiz. Bu yüzden başımıza gelen kötü olayların sebebini dışarıda değil önce kendi içimizde aramamız gerekiyor.
Sırada nasıl projeler var? Önümüzdeki dönem hangi eserler ile çıkmayı düşünüyorsunuz sanatseverlerin karşısına?
Geçtiğimiz yıl benim için oldukça hareketli geçti. Othello’nun sahneye konmasının hemen ardından Mozart’ın 250. doğum yılı nedeniyle İstanbul Kültür Sanat Vakfı ile beraber Topkapı Sarayı’nda yani eserin orijinal mekânında Borusan Filarmoni Orkestrası ile Saraydan Kız Kaçırma’yı sahneledik. Zaten bunun ardından da Macbeth’in çalışmaları başladı.
Doğrusu aynı yıl içinde Shakspeare ve Verdi’nin iki eseri ile çalışmak, hesaplaşmak ve bu ustalara yaraşır düzeyde işler kotarmak bana çok iyi geldi. Çok büyük sorumluluklardı fakat inanılmaz keyif aldım. Heyecan veren farklı boyutları oluyor bu tür çalışmaların.
Bugüne kadar pek çok oyunun sergilenişine tanıklık ettim fakat ilk defa premierde perde kapandığında 1300 kişinin eş zamanlı olarak ayağa kalkıp yirmi dakika aralıksız alkışladığına tanık oldum. O manzarayı gördüğünüzde yaşadığınız tüm o stresler, tüm o uykusuz geceler, yorgunluk bir anda silinip gidiyor.
2007 için ise yurt dışında farklı projeler var. İstanbul Devlet Opera Balesinde ve İzmir’de farklı projeler olacak. Fakat henüz kesinleşmiş değiller.
Yekta Kara hakkında…
Müzik yaşamına beş yaşında İstanbul Belediye Konservatuvarı piyano bölümünde başlayan Yekta Kara, 1970 yılında İstanbul Alman Lisesi’nin ardından gittiği Federal Almanya’da Münih Devlet Müzik Akademisi opera-şan bölümüne girdi.
1978 yılında Münih Devlet Müzik Akademisi opera rejisi bölümünü bitirdi. 1978-79, 1979-80 sezonlarında Ankara Devlet Opera Balesi’nde solist sanatçı ve dramaturg olarak çalıştı. Yine aynı dönemde ilk rejisini gerçekleştirdi.
1980’den bu yana, İstanbul Devlet Opera Balesi’nde rejisör ve baş dramaturg olarak görev yapan Yekta Kara, Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda öğretim üyesi olarak görev alıyor.