“Ekibinizde ‘siz olmazsanız, bu iş olmaz’ duygusunu yaratmalısınız”
ZEYNEP TANBAY KİMDİR?
Bale eğitimine Ankara’da Kuğu Bale Stüdyosu’nda başlayan Zeynep Tanbay, 1981’de New York’a gitti ve Joffrey Bale okulunda başlayan eğitimine burs aldığı Alvin Ailey, Cleveland ve San Francisco bale okullarında devam etti. 1983’te solist olarak dans etmeye başladığı Minnesota Dance Theater’da daha sonra baş dansçı oldu.
1989’da tekrar New York’a döndükten sonra burslu olarak Paul Taylor Dans Okulu ve Martha Graham Dance Company’e girdi ve okulda hocalık kadrosuna alındı. 1995’de Elisa Monte Dance Company ile Türkiye’de ilk performansını gerçekleştirdi. 1997’de Türkiye’ye dönüşüne kadar New York’ta Martha Graham, Alvin Ailey ve Peridance dans okullarında ders verdi.
2000 yılında Zeynep Tanbay Dans Projesi adı altında Cemal Reşit Rey, 2001’de İş Sanat ve 18. Uluslararası Ankara Müzik Festvali’nde gösteriler gerçekleştirdi. 2002’de 2. İstanbul Uluslararası Dans Festivali’nde konuk sanatçı ve 13. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’nde Genco Erkal’ın yönettiği “Nazım’a Armağan”da koreograf ve dansçı olarak yer aldı. 2003 yılında Zeynep Tanbay Dans Projesi 31. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali ve 1. Bodrum Uluslararası Bale Festivali’ne katıldı.
Tanbay, Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde öğretim görevlisi, Akbank Kültür Sanat Merkezi Dans Atölyesi’nin yöneticisi ve Zeynep Tanbay Dans Projesi’nde dansçı ve koreograf olarak çalışmalarını sürdürüyor.
Dansla dolu bir geçmişiniz var ve geleceğiniz de dansla dolu olacağa benziyor. Bizlere en son yürüttüğünüz çalışma olan modern dans topluluğu kurma projenizden bahsedebilir misiniz?
2000 senesinde kurduğum Zeynep Tanbay Dans Projesi, her sene değişik kişilerden oluşan proje bazlı bir çalışma… 2001 senesinden sonra Akbank, Zeynep Tanbay Dans Projesi’nin sponsoru olmayı kabul etti. Bu sene de bir teklif sundum ve Türkiye’de bir özel modern dans topluluğu kurmak istediğimi belirttim ve bu isteğim Akbank tarafından onaylandı.
9 Haziran’da “profesyonel dansçılara çağrı” adlı bir seçme yaptık. Sadece üniversitelere, konservatuarlara, Beyoğlu’ndaki kafe’lere afişler asarak dansçılara bir çağrı yapmıştık. O nedenle seçmelere en fazla 35 kişi gelir diye bekliyordum. Çünkü, Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin Dans Atölyesi’nde ders verdiğim için etraftaki dansçı kapasitesini aşağı yukarı biliyorum.
Ama tersi oldu sanırım. Gördüğünüz manzara sizi şaşırtmış olmalı…
Evet. 9 Haziran sabahı inanılmaz bir kalabalıkla karşılaştık. 77 başvuru formu gelmişti. Bu bizim için çok şaşırtıcı oldu. Üç gün süren elemelerin ardından sayıyı 16 kişi civarına indirdik. Fakat topluluk için 10 kişilik bir kontrat söz konusu... O nedenle şu sıralar, bunun güçlüğünü yaşıyorum. Ortada hakikaten toplulukta olması gereken dansçılar var. Kontenjanı biraz daha genişletme çabası içerisindeyiz. Bunun için uğraşıyoruz. Bu anlamda çok heyecanlı günler geçiriyoruz.
Kimilerini elemek mecburiyetinde kalmak, o kişilerin sanki devam etmesini istememek gibi bir pozisyonda kalmak doğrusu beni çok üzdü. O kadar üst düzey teknikte dansçılar vardı ki, yapılan eleme insanı üzüyor. Mülakat sırasında, insanları sanki istemedikleri yerlere geri bıraktım gibi bir suçluluk duygusu oluştu bende... Ama hakikaten çok büyük bir istek ve tutku olduğunu görmek de beni çok mutlu etti. İşte böyle hislerimiz aşağı indi, yukarı çıktı...
Yani tıpkı iş dünyasındaki gibi; ‘işe alım’ sırasında çok iyi adayları elemek durumunda kaldınız.
Evet... Aynı şey her yerde yaşanıyor ama iş dünyasında çok daha fazla olanak var. Yani siz bir başvurunuzda kabul edilmediyseniz, bir başkasına gidebileceğinizi biliyorsunuz. Şimdi buraya gelen dansçıları düşünün; buraya gelmişler, çok genç ve çok yetenekliler. Ancak buraya kabul edilmedikleri takdirde başvuracakları başka bir seçenekleri yok. 20 tane daha topluluk olsa, “bu olmadı ona gideyim” diye düşünebilir ama böyle bir şansları yok, bu konuda çok kısıtlı bir ortam var. Ama ben Akbank gibi büyük bir kurumun, Zeynep Tanbay gibi özel sektörde çalışan bir sanatçıyla bir buluşma yapmasının, böyle bir birliktelik kurmasının birçok kurum ve sanatçıya kapı açacağını düşünüyorum.
Solo ya da bir ekiple dans etmek... Hangisi daha zor?
Profesyonel olarak dansçılığa başladığınızda öncelikle bir topluluğun içine giriyorsunuz. Dolayısıyla önce topluluk içinde dans etmeyi öğreniyorsunuz. Topluluk içinde dans ederken gruptan ayrılıp; solist, baş dansçı gibi yerlere geçebiliyorsunuz. Ben grupla, solist, baş dansçı olarak da dans ettim.
Hepsinin ayrı bir güzelliği var ama solo olarak dans etmek en zoru diyebilirim. Çünkü sahnede, seyirci bir tek sizi seyretmek durumunda, ona başka bir olanak tanımıyorsunuz. Sahnede sizden başka hiçbir şey yok, bir tek sizsiniz, saklanacak hiçbir şey yok. Ve bu o kadar çıplak açık bir şey ki...
Oysa sekiz kişilik bir grubun en arkasında dans ediyorsanız orada daha fazla rahatlık vardır. Grubun bir sıcaklığı vardır. Ama grupla dans etmenin de birçok zorlukları vardır, en ufak bir hatayla bile göze çarparsınız. Sekiz kişilik bir ekipte, yedi kişi farklı bir şey yaptığında, hatanız çok belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Grupta, gruba bağlı / sadık kalma zorunluluğunuz var. Oysa solo dans ederken, hatanızı kendi başınıza örtme şansına sahipsiniz. Daha fazla özgürlük var.
Siz de böyle bir tercihte bulundunuz, öyle değil mi?
Bir dansçı olarak, bir toplulukta dans ettiğiniz zaman sonuçta birileri bir şeyleri sizin için yapıyor. Siz orada sadece dans ediyorsunuz, organizasyon yapılıyor ve siz sahneye çıkıyorsunuz. Daha çok bir piyon gibisiniz. Sizin piyon olmanız gerekiyor, çünkü satrancı oynayan başka biri... Kendi grubunuzu oluşturduğunuz zaman hem dansçı konumunda piyon oluyorsunuz, hem de satrancı oynayan kişi oluyorsunuz, bütün düşünceleri siz hayata geçiriyorsunuz. O nedenle bunun daha farklı bir zorluğu, yaratıcılığı var.
Ben de 1994 senesinde Martha Graham topluluğundan ayrıldığım zamandan beri sololar yapmaya başladım. Bu hakikaten başka bir duygu. Bütün inisiyatifin kendinizde olduğu bir alandasınız. Koreografinizi kendiniz yapıyor, kostümünüzü kendiniz seçiyorsunuz ve bütün organizasyon, tasarım kendinize ait oluyor. Tabii bunun da her şeyden öte bir özgürlüğü, yaratıcılığı var. İnsanı geliştiren şey de bu bence...
“Kafamdaki hareketleri tam olarak gerçekleştirebilseydim,
bir daha bu işi yapmazdım...”
“Koreografi yaratım sürecinde önce hareketler görüyorum. Bazen bir solo görüyorum, bazense bir düet ya da bir ekip... Onları hareket ettiriyorum. Yani kafamda öncelikle bir hareket fikri gelişiyor. Fikir oluşturduktan sonra, onlardan bir koreografi çıkarmaya çalışıyorum. Hareket ve fikir benim için iç içeler. Oturup da ‘şimdi şu tema ile ilgili nasıl bir dans yapsam?’ diye düşünmüyorum.
Doğaçlamalarla stüdyoda zihnimdeki hareketi pratiğe geçiriyorum. Bu uzun bir süreç ve çoğunlukla istediğiniz gibi olmuyor, ilk anda kafanızdaki ile bedeniniz aynı şekilde birleşemeyebiliyor. Kafanızdakine yaklaştığınızda, doğaçlamaları koreografiye dönüştürmeye başlıyorsunuz. Bir anlamda hareketi tasarlıyorsunuz. Koreografim bittikten sonra, hep düşünürüm; aslında yapmak istediğim tam bu değildi diye... ‘Benim ilk doğaçlamada yaptığım hareket bu değildi’ diyorum. Koreografi; o en değerli, en içten gelen duygularınızı, o ilkleri yansıttığınız doğaçlamayı öldürmüş oluyor. Tasarlanmış olduğu için doğal hali gitmiş oluyor. Sanıyorum ki kafamdaki hareketleri tam olarak gerçekleştirebilseydim bir daha bu işi yapmazdım.”
Dansta ekibin, ekip çalışmasının ve uyumunun önemi nedir?
Benim yapmaya çalıştığım, bir aile ortamı yaratmak. Herkesin birbiriyle paylaşım içerisinde olması gerekiyor çünkü orada hepimiz beraber gösteri ortaya çıkarıyoruz. Bir çalışmayı yaparken de herkesin birbirine destek olması; yardım, dayanışma ve beraberlik ortamını yaratmaya çalışıyorum. ‘Birimiz olmazsa, bu iş olmaz’ şeklinde sahneye çıkılması çok önem taşıyor. “Siz olmasaydınız, bu gösteri olmazdı” duygusunu verebildiğiniz bir ortamı yaratmalısınız. Tüm ekibin bu duyguyla sahnede yer alması, eşit sorumluluğa sahip olması ortaya çok başka şeyler çıkarır. Piyonu nereye kaldırıp koyarsanız oraya gider. Bu açıdan böyle bir piyon ilişkisi ile değil de, ortaklaşa ortaya bir şeyler çıkarıyoruz. “Sen bana bedeninle destek oluyorsun, ben de fikrimle sana destek oluyorum” gibi bir düşünce ile hareket ediyorum.
Ekiple çalışılan diğer işlerle kıyaslarsak, sahne sanatlarında ekip olmak daha mı zor?
Sahne sanatlarında genelde kıskançlık, rekabet çok daha fazlaymış gibi görünür. Ancak tam tersine sahne sanatlarında çok daha fazla grup olma hissinin olduğunu düşünüyorum. Sizler küçük odalarda, masalarınızda, kendi bilgisayarlarınızın başında birbirinizden kopuk halde yaşıyorsunuz. Biz ise hiçbir bölmesi olmayan, bomboş bir mekanda, stüdyoda çalışıyoruz. Çalışmalarımızda hepimiz aynı mekanı kullanıyor, aynı yere yatıyor, aynı barı tutarak destek alıyoruz. Aynı mekanı soluyoruz, aynı mekanda terliyoruz, aynı yerde yorgunluktan çöküyoruz. Su içiyor, birlikte yemek yiyoruz. Sonra tekrar provaya devam ediyoruz. Aslında biz çok daha fazla ekip çalışmasını hisseden bir ortamdayız.
Performansınızı sürekli olarak en yüksek seviyede tutmak için neler yapıyorsunuz?
Bir dansçının günlük yaşamında sabah kalktıktan sonra yaptığı ilk şey, stüdyoya gelip teknik dersini yapmaktır. Başka hiçbir sanat dalında ya da iş alanında; bunun böyle olduğunu sanmıyorum: İşin bir öğrencilik yönü vardır, ders yaparsınız, sonra mezun olur, bitirirsiniz, işinizi yapmaya başlarsınız, ders yapmazsınız. Dansta 12 yaşında başlayıp öğrendiğiniz teknik dersi her sabah yaparsınız. Öğrencilik hayatınız bitmez. Ölünceye kadar bu bir buçuk saatlik teknik dersi yaparsınız. Ondan sonra da provaya başlarsınız. Bir toplulukta çalışıyorsanız, 7 – 8 saat süren provalar söz konusudur.
“Dans en zor mesleklerden biri” diyorsunuz. Neden?
Dans, dünyanın en zor mesleklerinden biri olarak kabul ediliyor. İşin içinde beden var ama bir sporcu gibi değil. Sporcu bedenini çalıştırır ve vücudunu bir şekle getirmeye çalışır. Fakat sporcunun inanılmaz zihinsel bir çalışma yapması gerekmez. Bir yerden bir yere koşacaktır. Tek amacı budur ve burada beden çok önemlidir. Bir de ruhen kuvvetli olması gerekir. Orada onu çalıştıran koçu vardır.
Diğer taraftan da bir piyanist ya da ressam, zihnini ve ruhunu çalıştırır. Ressamın bir sporcu gibi çalışmasına gerek yoktur. Fakat dansta, hem bir sanatçı olarak ruhunuz ve zihniniz fazlasıyla çalışıyor, hem de bir sporcu gibi de bedeniniz çalışıyor. Bu üçünün bir insan bedeninde buluşup bir meslek haline geldiği yegane iş diye düşünüyorum.
O halde bir yönetici olarak ekiplere nasıl yaklaşılmalı?
‘Dansçılar destek, pozitif düşünce isterler’ diyorum ama siz istemiyor musunuz? Hepimiz istiyoruz. İnsanlar birbirlerinden iyi şeyler duymak, yaptığı şeyin doğru olduğunun söylenmesini istiyor, bu her insanın ihtiyacı. Sanat dünyasında olduğu gibi, iş dünyası da aynı temele dayanıyor: İki grup çocuğu birer sınıfa koyun. Bir sınıftakilere her gün ne kadar akıllı, ne kadar tatlı, ne kadar yaratıcı çocuklar olduklarını söyleyin. Diğer gruba da, her gün hiç işe yaramadıklarını, hiçbir şey olamayacaklarını ve akılsız olduklarını söyleyin. Bunun sonunda hangi çocuklar başarılı oluyor bir bakın. Bu çok basit bir şey. Bu çocuklar; kurumların başında ya da bir toplulukta koreograf olarak aynı şekilde devam ediyor. O nedenle ekibinize ne kadar pozitif ve iyi davranırsanız, onlara ne kadar enerji verirseniz, “evet, bu kötü ama şu konuda çok iyisin; orada iyi yaptığını, buraya da uygulayabilirsen eğer...” gibi bir cümle ile siz bir anda, olumsuzlukları olumlu hale getirebilirsiniz.
Son soru… Başarıya giden yol, sizce nereden geçiyor?
Kendimizi eleştirmek, sorgulamak yani özeleştiri çok önemli. Başkasının eleştirisinden önce, özeleştiri… Ben her zaman; çalışmam için bana hiçbir düzeltme verilmese bile başkalarına verilen düzeltmeleri kendime verilmiş gibi sayarım. Derslerde sanki bütün laflar bana söylenmiş gibi hareket ettim ve bu, yaptıklarımın doğruluğunu devamlı sorgulamama neden oldu.
Çok klasik olacak belki ama neden dans?
Dans benim için bir aşk, bir tutku... 12 yaşında dansçı olmaya karar verdiğim günden bu yana, başka hiçbir alana ilgi duymuyorum diyebilirim.
Başka bir meslek sahibi olmak o halde hiç aklınızdan geçmedi?
Ben bir dansçıyım. Dansçı doğdum. Dansçı büyüdüm. Dansçı olarak yaşıyorum. Bunun dışında, aklıma başka bir şey gelmiyor. Hakikaten 12 yaşımdan beri karar vermiş olduğum bir şey bu... Ben; insanların oyuncaklarla oynadığı bir dönemde, dans hakkındaki düşüncelerimi not defterime yazmaya başlamıştım ve 12 yaşından beri de aynı şekilde devam ediyorum. Çünkü baleye başlar başlamaz “tamam, ben hayatta bunu yapmak istiyorum” dediğim bir şey dans...
Aslında önemli olan da bu değil mi? Nereye gideceğimizi bilmek...
Evet. Eğer gideceğinz yeri bilirseniz, birtakım seçimlerinizi ona göre yapmaya başlıyorsunuz. Hayatınızı seçtiğiniz karar üzerine kuruyorsunuz. Hayatta mutlaka şanslar ve şansızlıklar var ama seçimlerinizi siz kendiniz yapıp, kendi yönünüzü siz çizmeye başlıyorsunuz. Belki çok erken, hatta ailemi endişelendirecek kadar erken bir yaşta kararımı vermeme rağmen, o karardan geri dönüş yoktu benim için...
İyi ki de dönmediniz...
Bu çok büyük bir şans çünkü herhalde dünyadaki en büyük mutluluk, insanın sevdiği, kendi seçtiği işi yapabilmesi. Hayatta bundan daha fazla bir şans, mutluluk olamaz diye düşünüyorum. Üzerimizde o kadar dış etkenler, baskılar oluyor ki; çoğu zaman ne istediğimizi, nereye yöneleceğimizi birçoğumuz bilemiyoruz ve böylece kendimizi yanlış yerlerde bulabiliyoruz. Aslında hepimiz, sanat ya da başka bir alanda potansiyel sahibiyiz ama başka mesleklerde enerjimizi, zamanımızı harcayıp duruyoruz. Bu bir gerçek...