Derinliklerin ve Sığ Suların İnsanları
Bizim güreşçiler mayonun üst atlet kısmını, mayonun buruşmasına rağmen kafalarından çaprazlama gelecek şekilde geçirmişler. Amaç; güreş sırasında mayonun kayarak düşmesini önlemek. Ancak her nedense, Avrupalı güreşçiler mayolarını normal atlet kısmı düz gelecek şekilde giyiyorlarmış. İşte Tınaz Titiz, aradaki bu farkı görüp yorumunu yapmış: Türk mayo tasarımları, Türk güreşçilerinin vücut tasarımlarına uygun olmadığı için böyle bir geçiştirme çözüm kullanılıyor. Yıllardır, bu düzeltilmediği için de güreşçiler mayolarının askılarını çaprazlama şekilde giyip, gidiyorlar yarışmalara. şimdi sorun şurada, bunu niçin Tınaz Titiz fark ediyor da başka kimse, örneğin ben fark etmiyorum? Ben güreş maçına da gitsem, kek gibi maçı izler, güreşçilerin mayolarının çapraz askılarını da görür, bir şey düşünmezdim.
Su Taşıyarak Çok Zaman Kaybettik
Aile dostumuz Güniz Tamer birlikte televizyonda eski bir kovboy filmi izlerken, bir çiftlik evindeki tulumbaya dikkatimi çekti. Tulumba evin içindeydi. Yaşlı bir kadın tulumbadan su çıkartarak, yemek filan hazırlıyordu... Güniz Hanım, kafasını çevirip dedi ki; “yahu, biz hep tulumbaları bahçeye koymuşuzdur, sonra da uğraşıp durduk yıllarca suyu bahçeden içeri taşıyacağız diye...” Güniz Hanım’ın bu tespiti beni şaşırtmıştı. Ben yıllarca kovboy filmi seyretmiştim çocukluğumda; sayısız defa çiftlik evinin iç sahnesini ve o tulumbayı da görmüştüm; ama hiçbir şey fark etmemiştim. Niçin, soruyorum niçin? Söyleyin, ben niçin göremiyorum?
Ne Kaldırımı, Ne de Özürlüleri
Görüyoruz
Amerika’dan dönen bir arkadaşım, birkaç fotoğraf gösterdi; kaldırım fotoğrafları. Boş baktım fotoğraflara... Özellikle de kaldırımların köşelerini gösterdi. Kaldırımlarla yol birleşimlerinin bir bölümü yokuş gibi meyilli yapılmıştı. Meğer, özürlülerin tekerlekli sandalyelerinin rahat iniş çıkışı içinmiş. Böyle şeylere kızıyorum. Ben de Amerika’ya gitmiştim; ama niçin fark edememiştim? Üstelik federal kanun olduğundan tüm şehirlerde hatta kasabalarda bile uygulanıyormuş! Bu kadar yaygın ve gözümün önünde olan şeyleri niçin göremiyorum, ben kör müyüm?
Eğitimimiz Aynı, Niçin Onlar
Görüyor, Ben Göremiyorum?
Şimdi bu insanların benden farkı ne, öğrenmek istiyorum. Ben hiçbir şey göremezken, onlar nasıl sıradan şeylere bile bakıp bir şeyler görüyorlar? Öğrenim durumumuz hemen hemen aynı. Yani onlar da lise, üniversite okumuşlar, ben de okudum. Biliyorum ki onlar kadar ben de kitap okuyorum. Belki bir ikisi benden fazla okumuştur; ama o kadar büyük fark yaratır mı? Niçin... niçin, onlar görebiliyor da, ben göremiyorum...
Kopya Çekerek de Göremedim
Önce, onlardan öğrenebileceğimi düşündüm. Onlardan, yani “görmesini bilen” insanlardan. Uzunca bir süre yanlarında dolaştım (her fırsatta demek istiyorum), biraz faydalı oldu; ama kopya çekmeye benzedi. Örneğin; Dr. Can Simit de, bu görme konusunda fena olmayan dostlarımdan birisidir. Özellikle onunla birlikte gittiğimiz işyerleri, restoranlar, konuştuğumuz konulardan onun gördüklerini ve nasıl gördüğünü yakalamaya çalıştım. Can, özellikle tasarımla ilgili şeylere bakıyor. Can, bir mekana girince hemen mekanı inceleyip, gördüğü simgelerden anlamlar çıkartıyor. Bir şirketin dekorasyonuna bakıp, oranın kültürünü söylüyor. Ben de, aynı kopyayı kullanarak benzer şekilde girdiğim şirketlerin dekorasyonundan, okunulan dergilerden kültürleri hakkında yorum yapmaya başladım. Ama yine de Can gibi yapamıyorum. Benden akıllı değil ama bu görme işinde benden daha becerikli. Belki de kendime itiraf etmeliyim, daha akıllı bilemiyorum.
Görmek İçin Bakmak
Lisedeyken edebiyat hocam Ahmet Aksoy bir ara şöyle demişti: “Görmek için bakmak gerekir. İnsan bir odaya önce girer, her şeyi kabaca bir görür; sonra dikkatini bir noktaya çevirir ve bakmaya başlar; bir sonraki adım görmektir.” Acaba görmenin yolu bu muydu? Bizim Can, seminer tarzı bir konuşmasında “bir şeye dikkatli bakıp odaklanmak, onu yeniden keşfetmektir” diyerek, masada duran su bardağını kaldırmıştı. “Örneğin su bardağı; her gün kullanırsınız, dokunursunuz ve su içersiniz. Bilmiyorum, farkında mısınız; ama su bardağı insanoğlunun hemen her gün dokunduğu az sayıdaki üründen bir tanesidir. İnanılmaz bir pazarı vardır; su bardağının. Özellikli bir tasarımla dünyanın en çok satan ürünlerinden birini ortaya koymak aslında işten değildir.” Can’ın her gün su içtiğim bu bardakla ilgili söyledikleri iyice canımı sıkmıştı. Bardağı her gün kullanmama rağmen bunları hiç düşünmemiştim. Ben görmeyi nasıl öğrenecektim?
Görmeyi Öğrenmenin Reçetesi
İnceden inceye bir araştırma yapınca, görmenin eğitimden tamamen bağımsız bir şey olduğunu, görmesini bilen birinin yanında olmanın yararlı olabileceğini ama yetmediğini anladım. Görmesini öğrenmiş insanların hepsinin temel özelliği, yaşamlarındaki enformasyon ve bilgilerin çoğunu bir eğitim kurumundan almaktan öte, kendilerinin keşfetmeleriydi. Çoğunun çocukken sorduğu sorular, anne babalarınca bastırılmamıştı. Çocuk bir soru makinesidir ya; “o niye öyle, bu niye öyle” diye sorar durur. Bu sorular karşısında benim annem hep “sen sorasın diye” der, beni geçiştirirdi. Sanırım belirli bir sorunun cevabını hazır lop olarak vermek de geçiştirmekten pek farklı değil. Onu araştırmaya yönlendirmek, keşif süresinde bilgileri buldurmak onun görmeyi öğrenmesini sağlıyordu. Yaşamında kafasındaki soruların cevabı olan bilgileri bulan kişiler, bu bilgilerin sahibi ve herhangi bir bilginin her parçasına sahipler. Bilgiyi okuldan alan insanlarsa, isterse yurt dışında doktora da yapmış olsunlar, bilgiye sahip değiller ve görme becerileri gelişmemiş.
Derinliklerin ve Sığ Suların İnsanları
Hayatı boyunca eğitim sisteminden bilgi alan insanlar, tüm ömürlerini denizin sadece yüzeyinde geçiren ve denizin derinlikleri ya da gökyüzü hakkında sadece kitabi bilgi alan canlılara benziyorlar.
Görmeyi öğrenen insanlarsa, kendi sorularının cevaplarını ararken denizin en derinlerine iniyor, bulutların üstüne çıkıyor ve birer birer neyin ne olduğunu keşfediyorlar. Dolayısıyla herhangi bir konunun derinine inince, bambaşka bir konu da olsa onun da derinliğinde yatanları bir çırpıda görebiliyorlar. Çünkü bir başka derinliği tanıyor, benzerlikleri ve farklılıkları yakalayabiliyorlar. Yaşamları hep suyun yüzey kısmında geçenlerse, yüzeysel bakış açısını geçip görmeyi öğrenemiyorlar. Melih Arat, bir defasında söylemişti: “Her şeye bakarsanız bir şeyi, bir şeye bakarsanız her şeyi görebilirsiniz.” İlk seferinde anlamamıştım, şimdi anlar gibiyim.
Peki, bunları keşfettikten sonra şimdi ben ne yapıyorum dersiniz; balıkadamlık kursuna yazıldım!
Melih Arat