Sistem, kültür ve biz
Mehmet Erkan – İK Yöneticisi & Yazar
Yeni trafik yasasıyla, yaya geçidinde yayalara öncelik vermeyen sürücülere uygulanacak ceza oranları iki katına çıkarıldı.
Çoğumuzun aklında ilk defa ceza uygulanacak gibi kalsa da zaten halihazırda var olan bir kuraldı bu. Yaya geçidi diye bir kavram vardı sonuçta, hatta somut olarak gördüğümüz, üzerinden geçtiğimiz bir şeydi. Ceza miktarı artınca birden gündemimize girdi. Fakat davranışlarımızda bir şey değişti mi? Bu biraz tartışılır.
Ancak yaya iken başka, şoför koltuğunda iken başka düşündüğümüz de açık. Yaya iken muhabbet; Avrupa’da adımını attığında araçların durduğudur, insana saygıdır, medeniyettir, insanlardaki bilinçtir. Fakat bizde daha bu seviyeye yaklaşılmamıştır, adımını istersen at, bir dene, başına gelecekleri görürsün.
Şoför koltuğundayken birden kimlik de değiştirmeye başlarız. “Abi duracağım da şimdi arkadan gelenler çok hızlı, ceza ödesem 488 lira, arkadan çarpsalar 3 bin lira masraf. Bizde yaya da yaya değil, kırmızıda dümdüz yürüyenleri ne yapacağız? Ya arabanın önüne atlayanları?”
Bir koltukta oturmakla, yolda yürümek bu kadar değiştirirmiş demek ki düşünceleri. Roller bizi bizden alırmış.
Devlet şirket, çalışan vatandaş gibi…
Çoğu zaman plazaları dış dünyadan soyutlanmış yerler olarak görürüz. İş hayatı, beyaz yaka sanki farklı bir galakside yaşamaktadır. Çoğu yazıda, yorumda, haberde böyle yansıtılır.
Acaba gerçekten öyle midir? İnsanın olduğu yerde, içine girdiğimiz farklı rollerde, davranışlarımız değişse de acaba aynı etkenlerle hareket etmez miyiz? En insani, en içsel güdülerimiz bizi her yerde biz yapmaz mı?
Şirketler de devletler gibi aslında. Yasa çok ağır kaçsa da yönetmelikler, prosedürler, modern anlamda sistemler ile çalışma hayatı düzenlenir. İnsanların toplumsal düzen için, adalet için, barış için, insanlık için kurallara uygun hareket etmesi beklenir.
Adalet mi, barış mı, insanlık mı? "Yahu altı üstü birkaç yüz metrekarelik ofislerde işimizi yapıyoruz, ne ağdalı laflar bunlar" denebilir. İş hayatı için fazla büyük, evrensel sözler gibi gelebilir.
Ama şirketlerimizde ortalık karıştığında dikkat edin, ilk bu sözlerdir ağzımızdan çıkacak olan.
Devletler yıllardır yasalar çıkartır; trafiği düzenlemek, ölümleri azaltmak, kazaları engellemek için. Şirketler de sistemler üretir; performans sistemi, kariyer yönetim sistemi, işe alım sistemi, ücret sistemi gibi gibi. Bunlar da iş yaşamını düzenlemek, mobbingleri azaltmak, insan hatalarını engellemek ve daha yaşanabilir bir dünya yaratmak içindir.
Yani şirketler devlet refleksiyle hareket edebilir. Çalışanlar da vatandaş davranışları sergileyebilir.
Devlet de şirket gibi bir organizasyonken, çalışan da vatandaş gibi insandır.
Gerçek hedefler, objektif yöneticiler
Yeni bir yıldayız, muhtemelen pek çok şirketimiz performans değerlendirme çalışmalarını tamamladı ya da bir bölümü tamamlamakla meşgul. Yıllardır bas bas bağırılır SMART hedef SMART hedef diye. Galiba bu SMART iş hayatında yapabildiğimiz en sanatsal akrostiş.
Ama eğri oturup doğru konuşalım, hayat sunumlardaki kadar mükemmel değil. Kongrelerde anlatıldığı kadar tıkır tıkır işlemiyor sistemler.
Hedefler insanların zeki dokunuşları ile ne kadar ölçülebilir, ne kadar büyük resme hizmet eder, ne kadar süre bazlıdır, tartışılır. Sonuçlar bizi şaşırtmaz ama. Çalışanların performansı hep yüksektir, şirketin genel seyri D, 1 ya da en aşağıyı nasıl tanımlıyorsanız öyle bile olsa bireyler “top” performanstır.
Neden böyle olur? Niye en etkileyici özgeçmişe sahip olanımız bile böyle davranır? Niye en adil çalışanımız gerçek hedefi yazmaz, neden en iyi yöneticimiz objektif olamaz?
Aynı soruları yukarı ile birleştirerek soralım? Neden yaya geçidinde durmayız, neden en etkileyici eğitime sahip şoförümüz bile sarıda gaza basar, neden en duyarlımız bile kırmızı ışıkta araba gelmiyorsa geçer?
Bu soruları kahvedeki amcalara sorsaydık ya da pazardaki teyzelere, bizlere Peter Drucker okumadan şu cevabı verebilirlerdi: “Kültür olayı evladım bunlar. Bizde o kültür yok”.
Yaya geçidinde durduğumuz gün…
Şimdi milletçe biz niye böyleyiz polemiğine kapılmadan, ki bu polemik her millette vardır, düşünmeye devam edelim.
Bu sorulara doğrudan cevap veremeyip şu tespitleri yapsak yanlış olmaz sanırım.
Yaya geçidinde durduğumuz gün, performansı da doğru ölçebilir, sarıda gaza basmadığımız gün çalışanlarımıza adil ücret de verebiliriz.
Çünkü dünyanın en iyi sistemini kursak da o, insanların elinde oyuncak olacaktır. O zaman dünyanın en iyi sistemi diye de bir şey yoktur denilebilir.
En iyi sistem kültüre de en uygun olandır.
Peter Drucker demişken, vakti zamanında ilk 250’de yer alan ama İnsan Kaynakları departmanı bulunmayan bir şirkette çalışan arkadaşıma, “Kültür stratejiyi kahvaltıda yer” demiştim. O da bana, “Bulursa yer abi!” yanıtını vermişti.
Tek başına 488 lira da, durmak da, geçmek de bir anlam ifade etmiyor aslında. Biz tüm bunları yaptığımızda nereye varacağız, ne olacağız, bunu anlasak doğal olarak, cezaya gerek kalmadan davranışlarımız değişecek belki de.
Ama şimdilik orta çağa, engizisyona devam.
Aynı şekilde performansı doğru ölçtüğümüzde, zammı hak edene yaptığımızda, çalışma barışını sağladığımızda, birbirimize mobbing yapmadan yaşamayı öğrendiğimizde, bunların bizi nereye götüreceğini anladığımızda belki olması gerektiği gibi davranacağız. Bizlere hiçbir sunumda kimse akrostiş yapıp SMART demeyecek, buzdağı resimli yetkinlik tanımı yapmayacak, önümüze havuç, tepemize Demokles kılıcı dikmeyecek.
Ama tüm bunlar için kültür önümüzdeki en büyük engel gibi duruyor.
Ahmet Bey çalışanı Neslihan’a kıyamıyor,
Ece Hanım 360’da bakıyor diğer departmanlar puanları savurmuş “Ben mi objektif olacağım?” diyor, Fuat Bey zam döneminde kıyas yapıp çalışanlarını ezdirmemek istiyor, Gülfem Hanım düşük performanslısını aman işsiz kalmasın diye koruyor.
Birisi bizden adil, ayrıştırıcı, net sonuçlar içeren değerlendirmeler istediğinde içimizdeki Hulusi Kentmen, Neriman Köksal birden hayat buluyor, çalışan Selvi Boylum Al Yazmalım oluyor, Erol Taş kılıklı İnsan Kaynakları'na karşı Sezercik mücadelesi başlıyor, Aile Şerefi gündeme geliyor, Yaşar Usta gibi sesimiz titriyor; garip bir dram, fotoroman başlıyor.
Her şey bitip en iyi çalışanlarımızı kaybettiğimizde de “Açaydım kollarımı gitme diyeydim” deyip ağlamak da bize düşüyor.
İşte bunlar hep aşktan demek isterdik, ama işte bunlar hep kültürden.
Sokaktaki hayatla plazadaki hayat birbirinin o kadar aynı ki. Sen köprü trafiğinde beklerken birisi çakarlı araçla gelip yanındaki emniyet şeridinden geçebiliyor, tıpkı terfi etmeyi hiç hak etmediği halde yanından geçip yükselen arkadaşın gibi. Ya da sen işe girmeyi beklerken, ambulansın arkasına takılan araba gibi, birileri birinin peşine takılıp senin hak ettiğin işi referansla elinden alabiliyor.
Yaşar Usta hakkını savunuyordu, Hulusi Kentmen adaleti… Durup düşünelim, aynı duygusallıkla neyi korumaya çalışıyoruz? Önemli olan belki de neyi nasıl hissettiğimiz, algıladığımız değil, bunlar neticesinde ne tür davranışlar sergilediğimiz.
Çoğu kez iyi niyetliyiz, şefkatliyiz, vicdanlıyız, yufka yürekliyiz. Kültürümüzde bunlar var deyip, iyiye ve insanlığa dönük bu eğilimleri yargılamak değil niyetimiz.
Ancak bireysel şefkatlerimiz, toplumsal dramlara sebep oluyorsa şapkamızı önümüze alıp düşünmemiz de gerekiyor.
İnsanlıkla ilgili stratejiler
Yöneticilerin ekiplerindeki bir kişiye kıyamayıp, sebep olduğu adaletsizlik hissi organizasyonun geleceğini tehlikeye sokabiliyor. Galiba her şeyden önce iş ile stratejiler yanında, insanlıkla ilgili stratejilerimizin olması gerekiyor. Aksi takdirde kültür ailenin obez çocuğu olarak karşımıza çıkıyor.
Trafikte, şirketlerde her zaman sisteme karşı kültür kaynaklı insan davranışları olacaktır, bu davranışlara karşı da hisler. Ancak toplumsal hayatta devrimsel değişiklikleri yapan davranışlardır.
Ne zaman ki bize dokunmayan yılanlarla uğraşmaya başlayacağız, belki de o zaman sokaklar, şirketler daha yaşanabilir olacak. Ama burada kastettiğimiz basit bir ödül ceza ya da havucu kap kapma mevzu değil.
Daha temelde olayların değil insanların, bilinçlerin değişimi anlatmak istediğimiz. Şirketler özelinde konuşacak olursak, İnsan Kaynakları birimleri sistemleri istedikleri kadar değiştirsin, “best practice” de zirve yapsın, dijitalin dibine vursun… Kafaların ve göğüslerin içindekine dokunmadıktan sonra, seneye en yenilerini kurmaya devam ederler.
Bırakın kültür kahvaltıda stratejinizi bir kez yesin, zaten kendini yediren o şey strateji değildir.
Bizim insanımızın kahvaltıda bir lokma ekmeği paylaşacak kültürü var hala, bir kere de bunun üzerine bir şey inşa etmeyi deneyelim.