Mustafa Kemal Atatürk’ün bir yönetici olarak portresi


Tepeden aşağı değişim:
Kendini eğitime adayan bir tepe yönetici

Ian Bullock, The CEO Refresher, Yardımcı editör
“Eğitimde Bir Devrim: Atatürk’den Alınacak Dersler” makalesinden

“Senaryo, 1928 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde geçiyor. Konu; vizyoner Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin enkazından ülkeyi 20’nci yüzyıla taşıması süreci…

Bin yıldan uzun süredir kullanılan Arap alfabesi Türk dilinin fonetik yapısına uygun olmadığı için okuma becerisine azınlık sahipti ve pek çok kişi de düzgün olarak yazı yazamıyordu. Yazı yazmanın neredeyse esrarlı bir dili kullanmaya bağlı olduğu bir dönemde, evrensel eğitimi hayata geçirebilmek nasıl mümkün olacaktı? Oluşturulan Alfabe Komisyonu yaptığı ilk analizlerin ardından, okullarda iki alfabenin birden okutulup gazetelerde de yan yana basılabilmesi için en az beş yılın geçmesi gerektiğine karar verdi. Pek çok sorun vardı: arşivlerin tercüme edilmesi, sözleşmelerin yeniden düzenlenmesi, okul kitapların basılması, baskı ekipmanlarının ithal edilmesi, öğretmenlerin ve matbaacıların eğitilmesi… Liste bu şekilde uzayıp gidiyordu. Tüm bunlar olduktan sonra eski alfabe tamamen ortadan kalkabilirdi.

Ancak işlerin paralel yürümesinin belirsizliğe neden olacağına inanan Cumhurbaşkanı, değişimin üç ay içinde gerçekleştirilmesine ya da hiç yapılmamasına karar verdi. Din adamlarından gelebilecek potansiyel muhalefeti ortadan kaldırabilmek için bir dizi konferans ve birebir görüşme organize etti. Avrupa dillerini bilen kişilerden oluşan etkili edebiyatçılardan destek aldı. Bu arada Millet Meclisi’ndeki vekillerin de, bir milletin okuryazarlık oranını Batı’ya yaklaştırabilmek için Latin alfabesi ile benzerlik olması gerektiğini anladığından emin oldu.

Pek çok tartışmanın ardından, üç ayın sonunda tamamen yeni alfabeye geçmeden önce gazetelerin yeni alfabe kullanılarak hazırlanan küçük pasajlara yer vermesine karar verildi. Okullardaki tüm eğitim o yılın sonbaharından başlayarak yeni alfabeye göre gerçekleştirilecekti. Ancak bu da, farkında olunmadan bir krizin baş göstermesine neden oldu: Ders kitapları ve yeni alfabeye göre eğitim verebilecek öğretmen sayısı çok azdı. Bu sorunun üstesinden gelebilmek için, tüm ülke bir sınıfa dönüştürüldü ve milletvekilleri yeni alfabenin öğretilmesini organize etmek adına tüm imkanlarını seferber ederken karatahta bu organizasyonun bir sembolü haline geldi. Hatta ülkenin en tepesindeki yönetici; Cumhurbaşkanı bile kolları sıvayarak grupların ve bireylerin eğitilmesinde kendini görevlendirdi. Atatürk, bunu yaparken yeni alfabenin “Türk alfabesi” olduğunu söylüyor ve ‘Latin alfabesi’ tanımı referans almaktan kaçınıyordu. 1928’in kasım ayında yeni alfabenin kullanılması kanun haline getirildi ve yılsonunda Arap alfabesinin kullanımı yasaklandı.

Tüm ülkedeki memurlar yeni alfabe konusundaki yeterliliklerinin ölçülmesi için sınavlara tabi tutuldu, nüfusun okur – yazarlık oranının artması için başöğretmeni Atatürk olan bir Ulusal Sınıf oluşturuldu. Bir yıl içinde bir milyondan fazla yeterlilik sertifikası verildi.

Reformdan en çok gençler memnundu. Tarihin ölü ellerinden kurtarılmışlar ve yeni bir eğitim fırsatı ile karşı karşıya kalmışlardı. Çocuklar ve okuma yazma bilmeyenler; yeni alfabeyi en çabuk öğrenenler arasındaydı… Zihinlerindeki eski alfabeyi unutmalarına gerek kalmayan bu grup, yaşlı jenerasyonun öğretmeni oldu. Ve gerisini tarih biliyor zaten…”

Yaratıcılığı üzerine…

Ali Sirmen, gazeteci/yazar
Kasım 2004, HRdergi

“…’Atatürk"ün yaratıcı özgünlüğü nerededir?’ sorusunun yanıtını üç başlıkta toplamak mümkündür. Onun yaratıcılığı bütün reformların ikili bir yapıyla değil, tamamen radikal çözümlerle gerçekten yaşama geçirilebileceğini görmüş olmasında yatar. 1924 yılında kabul edilen Tevhid - i Tedrisat, eğitimde medrese - çağdaş okul ikiliğini kaldırarak, tek devrimci çözümü yürürlüğe koyar. Harf İnkılabı’nda uygulama süresinin birkaç yıla yayılmasını isteyenlere yanıt olarak, ‘birkaç ay içinde olursa olur, olmazsa olmaz’ yanıtını vererek, yine köktenci bir tavrı benimser. Çelişik, birbirine zıt ikili yapılar içinde dolanıp durmaktan çıkarak, reformları yaşama geçirir.

Ama belki de, yaratıcılığının daha önemli bir yanı, bu reformların yaşama geçmesini sağlayacak yapıyı çerçeveyi bulup, gerçekleştirmiş olmasıdır. Bu yapı ulus - devlettir. Mustafa Kemal’in çeşitli reformlarını daha önce düşünmüş ve uygulamaya çalışmış olanların hiçbiri, gerçeğin bu yanını görmeyi başaramamışlar. Böyle bir yaklaşımı denemeye cesaret bile edememişlerdir. Oysa O, yeniliğin; eskiye eklemlenerek değil, gerçekten yeni bir yapıyı işleyerek sağlanabileceğini görmüştür.

Mustafa Kemal’in yaratıcılığı, yeniliğe giden yolun araçlarını isabetle görmüş olmasında da yatar. Herkesin çözümü, büyüklüğü; elden gelebildiğince korunmuş olan çok parçalı bir imparatorlukta aradığı bir dönemde, o daha küçük, ama daha mütecanis bir birimi, ulus - devleti ve Anadolu’yu yurt olarak görmüş ve onu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Böylesine yeni bir çözümün ise, yine bir kavrama, ulus devlete giden araçları, doğru saptamıştır. Çoğu kişinin büyük güçlerde aradığı dayanağı, O hepsi seçimle oluşmuş, Anadolu halkının iradesini yansıtan Kongre İktidarları’nda (Erzurum, Sivas ve Ankara’daki TBMM’yi de kattığınızda bunların toplam sayıları 28’dir) bulmuş ve oralarda kendi iradesiyle halkın iradesini bütünleştirerek, büyük eseri olan Cumhuriyet’e doğru aşama aşama yol almaya başlamıştır. Çözümün çelik otoritede arandığı bir dönemde, o demokratik irade ve otorite ile bütünleşerek, büyük eserini yaratma yolunda yürümüştür. Yöntem ise, yaşama geçirilecek, projeyi kafasında tümüyle oluşturduktan sonra, kendi dışındaki bütün güçleri bu yönde seferber edecek politikayı çoğu zaman ikna yoluyla uygulamaya sokmak olmuştur. İşte Mustafa Kemal Atatürk’ü tarihimizin öbür reformcularından ve yurtseverlerinden ayırıp, büyük bir yaratıcı dehanın sahibi haline getirenler bunlardır.”

… Ve liderlik sırları

A. Baran Dural,
Kasım 2002, HRdergi

“Ulusa kimlik kazandırma: Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla tamamlanmasının ardından Ankara hükümetinin iç ve dış dengeler itibariyle iyiden iyiye tanınır kılınması, yeni hükümetin devletin idare şekli bakımından bir misyon belirlemesi gereğini de peşi sıra getirmekteydi. Mustafa Kemal ve yakın çalışma arkadaşlarının aldıkları Avrupa tarzı eğitimin de tesiriyle, belirledikleri yönetim şekli bir millet esasından güç bulan ‘Cumhuriyet’ti. Yeni Türk devleti Osmanlı’nın tersine Türk nüfus yapısı ağırlıklı bir yapıya sahipti. Eldeki nüfus yapısı devletin bir ‘ulus-devlet’ çatısı altında şekillenmesini gerekli kılıyordu. Ne var ki, ortadaki en ciddi sorun Anadolu’da verili bir ulusun henüz oluşturulamamış olmasıydı. Evet, Türkler tarihin çok eski dönemlerinden bu yana ulus-devlet şekline yakın örgütlenmeler kurmuş ve ulus bilincine sahip bir tebaya ulaşmışlardı ancak 6 asırlık Osmanlı yönetimi bilinçli olarak ulus fikrini rafa kaldırarak toplumu bir ümmet bilincine taşımışlardı.

Kısacası Mustafa Kemal ve arkadaşlarına düşen ödev bir yandan ümmet bilincini tekrar ulus inancına çekmek diğer yandan da vakit yitirmeksizin ‘ulus-devletin’ felsefi dayanaklarını toplumsal yapıya zerketmekti. Böylelikle Kemalist Devrim’in de izleyeceği çizgi belirlenmiş gibiydi. Yönetici elitler tepeden aşağıya bir yapılanmayla, ulus-devleti kuracak ve çeşitli grupların yardımıyla ulus-devletin tabiliği halka coşkuyla benimsetilecekti.

Mustafa Kemal yapıcı bir kişiliğe sahipti.

“Kuldan yurttaş”a: Yeni CHP yönetiminin ilk icraatı ‘ulus-devlet’ projesinin hızla somuta indirgenmesine yaradı. O güne kadar ‘yurttaş’ olmakla yeni ulus-devletin bağlısı ‘bir nevi devlet kulu’ olmak arasında sıkışan halka, resmi ‘rıza’ ve ‘özerklik’ hakkı tanınıyordu. Evet, 28 Mayıs 1928 Yeni Vatandaşlık Kanunu’nun benimsendiği gündü. Bugünden itibaren Kemalist Devrim sözcülerinin ağızlarından alınan bilgiler devletin açık kelamı olarak yayınlanıyordu. Vatandaşlık Kanunu, Cumhuriyet tebaasını birer ‘yurttaş’ saymakla kalmıyor, yurttaşlarına kimi özerklikler bağışlayarak, kendisini yurttaşlarının ‘rızası’na da sunuyordu. Sonunda düğmeye basılmış ve “ulus-devletin” yurttaşlarına hangi sınırlar dahilinde yaşayabilecekleri gösterilir hale gelmişti.

Aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün liderlik sırlarının anlaşılabilmesi için çok daha erken örneklere başvurulabilir. Zira, O; İttihat ve Terakki içinde pek fazla sivrilmediği dönemlerde bile yüksek ülküler peşinde koşmaktan geri duracak bir kişi değildi. Nitekim durmuyordu da. Askerlik yılları sırasında iyiden iyiye gelenek haline getirdiği akşam sofralarında sıkça arkadaşlarıyla tartışmaya girişir, ülke sorunları hakkında fikir yürütür ve İttihat Terakki yönetimini eleştiri, bu kadronun eninde sonunda başını sert kayaya vuracağını sezinlediğini söylerdi. Arkadaşları bazen ülkenin gidişatından endişeyle bahsederken, kendi kendilerine neden Türkiye’de de Batı’daki gibi büyük bir liderin çıkmadığını sorarlar, o genellikle sesiz kalırdı. Arkadaşları, ‘Biliyoruz sen şimdi ‘Neden ben çıkmayayım?’ diye düşünüyorsun’ dediklerinde ise şu cevabı verirdi: ‘Evet neden bir Mustafa Kemal çıkmasın?’ Bir Mustafa Kemal o gün değil ama ileriki yıllarda çıkacaktı.

Kendi çapının farkına varabilmek: Büyük liderler kendilerini bilirler. Dünyayı tartabilen ve dönüştürebilen elbette ki, kendi büyüklüğünün, çapının farkındadır. Zaten kendi çapının, kudretinin farkında olmak bir lider açısından neredeyse ‘Olmazsa olmaz’ bir özellik hatta gerekliliktir. O yüzden de büyük önderler, yeri gelmeden tevazu göstermezler. Tam tersine ne denli kudretli olduğunu ya da ne denli istikbal vaat ettiklerini hemen her fırsatta masaya getirmesini bilirler. Tıpkı Mustafa Kemal gibi…



Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)