Mimetik Arzular: İş arkadaşınız, sizin üzerinizde sandığınızdan daha fazla etkili

Deniz Dirik & İnan Eryılmaz

İnsanın arzularıyla ilişkisinin raydan nasıl çıkabildiği, tüketim toplumunun sınırları zorlayan istek üretimi mekanizmasına bir süredir maruz kalan çağdaş bireyler olarak çoğumuz için tanıdık bir deneyim. “Doğru” şeyleri arzulamak, bebeklerin erken dönem aşırı taklitçi öğrenme süreçlerine biraz şahit olanlarımızın anatomisini yakından bileceği üzere, doğuştan gelen bir beceri olmadığı gibi uğruna savaş verilerek kazanılması gereken bir özgürlük dahi olabilir (Yaşam evresinin ilerleyen dönemlerinde de insanın doğru şeyleri arzulamayı öğrenmesinin zorluğuna kanıt bulmak için beğenmediğimiz ve değiştirmek istediğimiz alışkanlıklarımıza bakmamız kâfi). Arzu ve isteklerin, kendilerine erişildiği anda büyülerini yitirmesinin ve ortaya çıkan boşluğun ivedilikle yeni bir arzuyla ikame edilmesinin (hedonik adaptasyon), sonsuz arzular döngüsünün içerisinde bitmeyen hayal kırıklıklarının peşinde koştuğumuza işaret ettiği muhakkak. 

Günün sonunda, en azından bugün deneyimlediğimiz anlamda birbirine çokça benzeyen arzuların, kendilerine ulaşıp ulaşmamaktan bağımsız biçimde, mutsuzluk üretimine aracılık ettiğini söyleyebiliriz. Peki, çağdaş motivasyon modellerinin, liderlik kuramlarının, etkili yönetim listelerinin ve bilumum gurunun, iş yerlerinde ve profesyonel yaşamda başarılı olmaya dair önerilerinin kalbine yerleştirdiği çekirdek kavramlardan “rol modeller”, “istek”, “vizyon”, “başarma” ve “kahramanlar” birer arzu nesnesine kaçınılmaz olarak dönüşürken bu dilemma ile ne yapacağız? Aslında istemediğimiz şeylerin peşinde harcadığımız vakti ve kariyerlerimizi gerçekten istediklerimize yönlendirmek mümkün mü? Hayal kırıklığı ve öfke yaratan arzu döngülerinden sıyrılmak ve istediğimiz yaşamı şekillendirecek failliğe yükselmek olası mı?

“Wanting-Mimetic Desire: How to avoid chasing things you don’t want” kitabının yazarı Luke Burgis, mimetik arzuları, fizik biliminin temel kanunlarından yerçekimine benzeterek, onların varlığının farkında olmasak ve adını koymasak dahi var olmaya ve toplumsal yaşamı düzenlemeye devam eden, duygusal ve sosyal kaslarımızı geliştirmediğimiz durumda ise acı, tamamlanmamışlık hissi, boşluk dahil çokça olumsuz deneyime yol açan döngüler olarak tanımlıyor. 

Bu mimetik arzular, yaşamın her alanında olduğu kadar mesleki ve iş deneyimlerimiz açısından da birtakım ideolojik tekeller oluşturarak mimetik değer taşıyan eylemlere doğru sorgusuzca sürüklenmemize yol açıyor. Çağın paradigmaları olan gig veya platform ekonomileri bağlamlarının ve teknoloji itimli yeni iş yaşamı çehresinin fitilini ateşlediği girişimcilik, özgürleşme, 9-5 rutinine karşı isyan, kişisel gelişim literatürünün öğretileri, self-help kitapların aforizmik reçeteleri, on maddede başarı vaat eden listeler, bilinçli farkındalık telkin eden güncellenmiş inanç sistemleri bu türden mimetik arzuların dışavurumları gibi duruyor. Bu mimetik hal, hangisini istediğimizden ve bize iyi geleceğinden ziyade, rol modelleri ve baskın söylemlerin tarafgirliğimizi beslediği bir taklitçiliğe göz kırpıyor. Oturduğumuz yerden insanları ve söylemleri eleştirmek yer yer kolay görünse de bu türden baskın paradigmaları sorgulamak, karşısında durmak, kendimize karşı dürüst olmak ve eyleme geçmek kolay değil. 

Bağımsız ve özgün arzularımızın varlığına nota koymak, kendimizi kandırmaktan daha zor görünüyor. Bir taraftan da bu arzular, taklitçi oldukları ölçüde, tehlike arz ediyor. Arzuların ihtiyaçlardan kopuşu ise bizi, Maslow’a atfedilen haliyle hiyerarşik ve düzenli olduğunu umduğumuz bir kısmı biyolojik diğerleri toplumsal ihtiyaçlardan kopararak, kaotik, al aşağı olmuş ve tahminlemesi imkânsız bir istekler evrenine savuruyor.

Yerçekiminin evrensel genel geçerliğine karşın, mimetik arzuların çekim merkezi oynak ve yüzergezer, bu açıdan da mümkün dünyaların sınırlarını aşan bir nitelik taşıyor. Yerçekimi, insanı üzerinde durduğu zemine düşürürken, mimetik arzuları insanı karar açmazlarına, derde, borca ve aşka düşürmekle meşgul gibi görünüyor.

Mimetik kurama göre insanlar, farklılıklarından ziyade, benzerlikleri sebebiyle çatışma halindeler. Bunun izlerini, kendileriyle en fazla kıyaslandığımız sınıf arkadaşlarımız, karşı komşunun çocuğu, kuzenlerimiz, iş arkadaşlarımız, aynı neslin mensubu olan diğerleri, aynı sosyoekonomik sınıfa mensup diğer insanlar, benzer maaşlar aldığımız rakip kurum çalışanları, aynı cinsel kimlik, aynı inanç veya aynı vatandaşlık bağında buluştuğumuz dar ve geniş çevremizdeki akranlarla rekabete sürüklendiğimiz bağlamlarda sürebiliriz. Nitekim, aynı kaynaklar için mücadele ettiğimiz kimselerle hasımlığımız genellikle daha şiddetli notalarda geziniyor. 

Rekabetin ve öne geçmenin, ulaşılması güç ekran ötesi insanların kulvarından ziyade, aramızda daha fazla benzerlik bulunan yakındakilerin kulvarında daha kritik ve hayati olduğunda muhtemelen hemfikiriz. Belki de zihinlerimizde ve duygu dünyamızda, aramızda mesafe, zaman, statü, güç ve refah seviyesi farkı bulunan insanlarla rekabete girmenin imkansızlığı, hazmedilmiş ve doğal bir eşitsizlik gibi işleniyor. Diğer taraftan, aşırı taklitçiliğin erdemli hırslara galebe çaldığını, trendlerin ve metriklerin onurlu amaçların altını çizmediğini söylemek de abartı olmaz. Üstelik, bir zamanların küreselleşme fetişizminin önünü açtığı tektipleştirici homojenleşmenin, küreselleşme söylemi bugün rafa kalkmış görünse dahi, arzularımızın evrenselliğinde varlığını sürdüren bir miras olduğunu görebiliriz. 

Eşitlik yüce bir değer olsa da aynı kıyafeti giydiği için “pişti” olan iş arkadaşlarının yaşadığı türden utandırıcı benzerliğin pek de arzulanan bir eşitlik hali olmadığı aşikâr.
 

Buradan hareketle, ucuz bir taklitçi döngü tuzağında kıvranmanın, yaratıcı ve üretken bir arayıştan oldukça farklı olduğunu çıkarsayabiliriz. Teknolojinin birbirine daha fazla yaklaştırdığı insanların, arzularının da birbirine yaklaşmış olmasının yarattığı çatışmalar, insanlığın patlamaya hazır yeni mayınlarını oluşturuyor. Arzularını gerçekleştirmenin kendileri ve insanlık için faydalı kanallarını bulmakta zorlanan insanların, bu arzuların peşinden koşarken yıkıcı yollar denememelerinin önünde, etik ve hukuk kurumlarının duruyor olması ise pek yeterli görünmüyor. Bu mimetik arzuların itimlediği yıkıcı dürtülerin ve eylemlerin, iş yerlerinde yaşanan insanlar arası sorunlara işaret eden üretkenlik karşıtı örgütsel davranış örüntülerinin ve bunlara ilham veren kuramların pek çoğunun köklerini oluşturduğu söylenebilir. Öz yeterlik pohpohlamasının ürettiği direnç, entelektüel kavrayıştan daha kuvvetli olabildiğinden, bunların farkında olmanın mimetik arzularla savaşmaya yetmeyeceğine de dikkat çekmek gerekiyor. 

Reklamlardaki üçüncü kişi etkisine benzer biçimde bu türden etki mekanizmalarının cazibesinden azade olduğumuzu varsaymak (*Bir test: Nazi Almanya’sında yaşasaydınız veya cadı avlarının yaygın bir ritüel olduğu dönemde Avrupa’da doğsaydınız, sizce o vahşetlere ortak olur muydunuz?), naif bir iyimserlik olmak zorunda. Arzularımıza model oluşturan insanların ve etkileyicilerin farkında değilsek ve kitleleri etkileyen kurmacalara karşı zihinsel bağışıklık geliştirdiğimizi varsayıyorsak, muhtemelen yaşamlarımızın dizginleri sandığımızdan da uzak bir mesafeden sürülmekte.

İşletmelerin, kültürel birer unsur olarak, hikayelerinden normatif çıkarımlar yaparak birtakım değerlerin çalışanlara sirayet etmesini umut ettiği kahraman ve lider prototiplerine (örneğin, kurucu, etkili bir CEO, fedakâr bir çalışan, bir yeniden yapılanma önderi, başarılı bir proje ekibi vb.) benzemek, onlardan ilham almak, onlara öykünmek, onlara yetişebilmek, onların ötesine geçebilmek için çıpa oluşturan kimselerin, mimetik rol modeller oluşturması ve onlara benzeşme ölçüsünde insanların takdir toplaması normal karşılanırken, bu kahramanların genellikle şu an hayatta olmayan kimseler olması ilginçtir. Zira, yaşayan birinin kahramanlaşması ve mimetik arzunun başrolü olması için zaman/uzam ekseninde uzakta (örneğin, Elon Musk gibi bir iş dünyası efsanesi veya İlber Ortaylı gibi yaşça büyük, uzmanlığı ile saygı toplayan bir isim veya çoktan emekli olmuş bir veteran) olması gerekmekte. 

Bu korunaklı mesafede bulunmayanların mimetik arzularla taklit edilmelerinin, pek de takdire şayan bir iş olmayacağına işaret eden zengin bir lügatımız mevcut. İş yerlerinde, gizliden devam eden örtük çatışmalarda, politik oyunlarda, fısıltı mekanizmalarında, mimetik arzuların isteklerini haddinden fazla yakınlaştırdığı insanların hazımsızlıklarını görebilmek mümkün. Bize çok uzak bir mesafede çalışan ve mümkünse başka bir dilde konuşan bir meslektaşımızın başarısını takdir etmek görece kolayken, aynı kişinin yan masada bu başarıya imza atması durumunda deneyimleyeceklerimizi düşünmek, belki açıklayıcı olabilir. Belki de aynı saikler, aramızda bulunan hijyen mesafesi sayesinde, yurt dışındaki soydaşlarımızın yer yer basınla gündemimize giren küresel başarıları ile gurur duyabilmemizi de açıklayıcı güce sahiptir. Arzuların taklitçiliğe, taklitçiliğin rekabete, rekabetin çatışmaya tercüme olduğu bir döngüde yaşamak, gerçekten de arzulanır bir yaşam biçimi midir?

Zygmunt Bauman'ın akışkan modernite kavramında sözünü ettiği tarihsel kavşakta, kültürel olarak üzerinde hemfikir olabileceğimiz sabit referans noktalarının kalmadığını ve buzullar gibi pek çok modelin erimiş olduğunu ve artık puslu bir denizde yön bulmaya çalıştığımızı düşünürsek eğer, sözgelimi iyi bir üniversiteden alacağımız diploma gibi sağlam ve işlevsel ezberlerimizden vazgeçebilmeyi ve bu değer bükülmesine uyum sağlayabilmeyi, mimetik arzulardan kurtulma ile el ele düşünmek gerek. Ekonomide, piyasalarda ve borsada görülen balonlar, çöküş, yükseliş gibi hareketlerin kitlesel irrasyonellik ile ilişkilendirilmesi bir tarafa, bunların kökenini oluşturan mimetik arzuların, piyasayı şekillendiren enformasyondan daha az önemli olduğunu söyleyemeyiz. 

İnsan, var olmak için doğuştan bir mimetik arzuyla donanmışken, imitasyonun her biçiminin aşağı bir eylem ve oluş olarak adlandırılması ise büyük bir çelişki. Stanley Milgram ve Solomon Ash gibi bilim insanlarının uyma ve itaat konularında yaptıkları ses getiren ve daha sonraki araştırmacılarca eleştirilse de devam testleri ve adaptasyonları ile türlü varyasyonları günümüze kadar devam eden deneylerin gösterdiği üzere insanın, çevresel koşullara uyumlanma becerisi, bir kaçınılmazlık ve hayatta kalma mekanizması olarak işlev görüyor. Diğer taraftan, aynı becerinin yarattığı kitlesel psikoz halleri, sürü psikolojisi ve yankı odaları da malumumuz.

Diğer taraftan, iş yerlerinde veya yaşantımızda, tüm değerlerin eşit derece önem taşıdığını söylemek, aslında hiçbirinin önemli olmadığını söylemeye tercüme olabilir. Bunu bir analoji yaparak, bir kitapta veya makalede, en önemli gördüğümüz yerlerinde altını çizmeye çalışırken tüm cümlelerin altını çizmiş olmaya benzetebiliriz.  Değerler arasında, bilhassa kriz zamanlarının gerektirdiği önceliklendirmeyi yapabilmek ve erdem sinyallemesinin (tabela işi sosyal sorumluluk projeleri gibi) ötesine geçebilmek, değerler hiyerarşisine dair bir zihinsel haritalama yapmakla mümkün olabilir. Bu ise mimetik arzuları itimleyen değerlere bilinçsizce tutunmakla pek mümkün olmayacak gibi görünüyor. 

İnsanın, toplumsal bilgelik üretme kapasitesi kadar kitlesel vahşet yaratma potansiyeli olduğunu düşününce (bunun sanal halini sosyal medyadaki linç kültüründe-cancel culture- görebiliriz), dolanıma girmesine ve mimetik yayılımına kapı aralanan değerlerin dikkatle kürate edilmesinin önemi daha iyi anlaşılabilir. İşin çetrefilli yanı ise mimetik arzulara zemin hazırlayan değerlerin yerinden edilmesinin zorluğu. Mimetik arzu nesnelerinin modasının geçmesine sebep olan yegâne unsurun yeni bir mimetik arzu nesnesi olması, tesadüf değil. Bu mimetik arzuların devamlılığını sağladığı mimetik sistemler ise kaybedenin kim olduğundan bağımsız olarak, var oluşlarını muhafaza etme ve pekiştirme derdindeler. 

Teknoloji şirketlerinin mühendisliğini yürüttüğü arzu üretiminin, gözetim kapitalizmi eliyle salt dataya indirgenen insani deneyimlerin, bu deneyimi kâr amaçlı kullanırken özerklik ve memnuniyet illüzyonu yaratan platformların, kısacası toplum mühendisliğinin, teknolojik manipülasyonun ve empati yitiminin kesişiminde, neyi ve neden arzuladığımızı tekrar düşünmek, Pirus zaferine** kapılmamak için son derecede önemli görünüyor.

Son kertede, türlü vasatlarda başımıza dert eden mimetik döngüden bir nebze sıyrılmak için neler yapabiliriz sorusuna Burgis’in birkaç önerisi var:

1) Rol modellerinizin adını koyun 
2) Taklitçiliğe direnen bilgelik kaynakları keşfetmeye çalışın
3) İnovasyon için imitasyon yapabilirsiniz
4) Sağlıklı olmayan modellerle aranıza bir sınır çekin
5) Pozitif arzu çarkları geliştirin
6) Açık bir değerler hiyerarşisi oluşturun ve bunu etrafınıza anlatın
7) Kararlarınızı, taklitçi olmayan yollardan almaya çalışın
8) Kendi hayatınızdaki arzu sistemlerinin bir haritasını çıkarın
9) Arzularınızı test edin
10) Kişisel hanenizde yazan, sizin için önemli başarı öykülerini etrafınızla paylaşın
11) Hakikatin hızını artırın
12) Derin sessizliğe zaman ayırın
13) Zıtlıkların bir arada olduğu yerleri bulmaya çalışın
14) Derinlikli düşünme pratikleri yapın
15) Başkalarının arzularında ufak da olsa bir payınız olduğunu bilerek yaşayın

*Geçmişe bakış veya dikiz aynası yanılgısının (hindsight bias) yarattığı anakronizm gereği, bugünün değer yargılarıyla geçmişe dair çıkarım yapmak, hepimizin zaman zaman düştüğü bir tuzak. Muhtemelen, içerisinde yaşadığımız dönemin, bugün saçma/vahşi/ilkel görünen değer yargılarını kanıksamış insanlar olacaktık ancak bunu önden kabul etmek kolay değil. 

**Pirus zaferi: Kazanılan zaferin verilen kayıplardan sonra anlamsız hale gelmesi
 

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)