“Kurumsal Sosyal Sorumluluğun Temeli Samimiyet”
Öncelikle kısaca kendinizden, bugüne kadar yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeyken hayalim okulda akademisyen olarak kalmaktı ama ne yazık ki dersler boş geçiyordu. Bunun üzerine çalışmaya karar verdim. 1990’dan itibaren 4,5 yıl boyunca, Uğur Dündar’ın yanında yardımcı asistan ve muhabir olarak çalıştım. Bu bana çok büyük bir hayat tecrübesi kazandırdı. Türkiye’nin olumsuz yüzünü çok fazlasıyla - aklınıza gelebilecek her şeyi – gördüm. Böyle olunca da, hep böyle olumsuz durumların haberciliğini yapmanın ötesinde başka bir şeyler olmalı diye düşünmeye başlamıştım ki, özel kanallar açılmaya başladı. Ben de günlük habere geçtim. Kanal D’de iki yıl günlük haberde çalıştım. Orada politika haberleri yaptım, bir dönem savaşın olduğu Bosna’ya gittim.
Bir süre sonra NTV açıldı ve orada çalışmaya başladım. Ama beni günlük haber de tatmin etmemeye başladı. Çünkü Türkiye’de haberlerin paralel olduğunu, hatta doğal afetlerin bile bir rutini olduğunu fark ettim. Aslında biz hep bir rutin içerisinde habercilik yapıyoruz. Her Mart ayı ekmek zamlandı haberi, yaz aylarında bir felaket haberi, bir rutin içerisinde hükümetler düşüyor, skandallar oluyor; yani biz hep aynı girdap içinde gidip geliyoruz. Başka bir şey olmalı, benim hayatım bunun üzerine kurulu olmamalı diye düşünüyordum. Bu nedenle oradan ayrıldım ama ne yapacağımı bilmeden...
Sonra STK’larda çalışmaya başladım. Doğal Hayatı Koruma Derneği’nde bir yıl çalıştım. O bir yıl içinde insanların bir şeyleri değiştirebileceğini gördüm. O güne kadar hep Türkiye’nin olumsuz yüzünü, sorunlarını, skandallarla dolu yanını haber yapıyordum ama gördüm ki, Türkiye’de iyi şeyler de oluyor ama kimse farkında değil. Bunu fark etmiştim ama haber dinamiği içinden gelen biri olarak bu dernekte çok fazla kalamadım ve program önerimi yazarak NTV’ye geri döndüm. Beş yıldır da programıma devam ediyorum.
Yapımcılığını üstlendiğiniz ‘Hayatın Ritmi’ adlı program Türkiye’de çok eksik kalmış bir açık üzerinde duruyor: STK’lar. Bu program fikri nasıl doğdu ve bu programla Türkiye’ye ne anlatmak istiyorsunuz?
Herkes gibi ben de Türkiye’nin hep o şikayet ettiğimiz yönünü yaşadım. Ve ben de şikayet edenlerden biriydim. Haber yaparken hep birilerini suçluyordum, ‘birisi gelsin ve bizim işaret ettiğimiz şu sorunu çözsün’ diyordum. Kendimi sadece sorunları işaret etmekle sorumlu hissediyor ve bu sorunu gelip çözmek başka birinin görevi diyordum. Ama yıllar geçti ve o başka birisi gelip de, hiçbir zaman bizim işaret ettiğimiz o sorunu çözmedi. O zaman “Bu yöntemde bir sorun var” diye düşündüm. Doğal Hayatı Koruma Derneği’nde çalışırken gönüllü insanların pozitif yaklaşarak bir şeyleri değiştirdiklerini görmek, o değişime tanıklık etmek beni çok şaşırtmıştı. Programın amacı insanlara bunun olabildiğini göstermek...
‘Kurumsal Sosyal Sorumluluk’ size göre neleri kapsıyor?
Sosyal sorumluluk sadece kurumlara has değil. Hepimizin sosyal sorumluluğu var. Kurumları da bireyler gibi düşünürsek, bir yapılan / algılanan bir de olması gereken / idealize edilen var. Benim gönlümde yatan aslında herkesin gönlünde yatanla eş. Bunu samimiyetle yapan kurumlara benim çok büyük bir saygım var. Ama artık buna reklam amaçlı bir halkla ilişkiler aktivitesi olarak bakılıyor. Bu çok büyük bir tehlike. Bu tehlike STK’lar için de var. STK camiasına ilk girdiğimde insanların nasıl güzel ve büyük idealler uğruna gönüllü olarak çalıştıklarını görünce büyülenmiştim. Ama sonuçta içine girdikten sonra fark ettim ki orada da bozukluklar, sistemde aksayan yanlar var. Aslında ‘sivil toplum’ doğmak üzere olan bir çocuk, hatta doğdu bile... Ama o çocuğun sağlıklı olması bize bağlı.
Aynı anlayışı şirketlerin de KSS projelerinde benimsemesi gerekiyor. Bu projeleri samimiyetle içselleştiren, sürekliliğini sağlayan ve çalışanlarını da işin bir parçası haline getiren, bunu bir felsefe haline getiren şirketler var. Programa ilk başladığım yıllarda bu konuda gerçekleştirilen projeler çok azdı ama şimdi sürekli telefonum çalıyor ve halkla ilişkiler şirketlerinden arıyorlar. Ama bu konuşmalarda önce halkla ilişkiler şirketi, ardından projeyi gerçekleştiren şirket ve en son ama aslında en önemlisi olan projeyi duyuyorum. Belki bu çok basit bir şey ama benim için çok önemli. İletişimle ilgili çok önemli bir ipucu bu, neye öncelik verildiğinin bir göstergesi...
Mesela Güneydoğu’da okumak isteyen çocuklara yönelik bir proje için beni arayan bir şirket, telefon konuşmasının en sonunda bundan bahsediyor. Ben nasıl bu projenin samimiyetine inanabilirim? Aynı şekilde, Güneydoğu’da bir okul projesi gerçekleştiriliyor, buradan bir sürü gazeteci birinci sınıf mevkide, uçakla oraya götürülüyor. Belki bir okuma odası için harcanabilecekler, bir ay boyunca uçak masraflarını ödemek için kullanılıyor. Bu projelerin samimiyetine nasıl inanabilirsiniz?
Peki bu konuda hiç olumlu örnek yok mu?
Tabii çok güzel örnekler de var. Mesela ‘Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’ projesi. Turkcell’de çalışanlar birebir o projenin içine girdi. Proje yönetimini sağladılar. Sosyal sorumluluk işi bir uzmanlık işi. İşin içinde sosyologların, psikologların olması lazım. Uzmanların proje üretip, o projeye CEO’ların kaynak sağlaması lazım bence...
Kurumsal Sosyal Sorumluluğun sizce asıl amacı nedir?
Kurumsal Sosyal Sorumluluk; şirketin çevreye verdiği zarardan tutun, çalışanların eşit haklara sahip olup olmadığı, kadın – erkek ayrımı yapılıp yapılmadığı, çalışanların mesai saatlerinin esnekliği; yani bütün etik kuralların şirketlerde uygulanmasını içeren bir kavram. Mesela çevreyi kirleten bir şirket, bulunduğu bölgenin havasına ciddi ölçüde zarar verdiğinden halka barışmak için bir sosyal sorumluluk projesi yapmak istiyor. Ve bana ‘ne yapabiliriz?’ diye soruyorlar. Çevreyi kirletmeyebilirsiniz. Halkın hayatını, insanların soluduğu havayı kirletmeyebilirsiniz. Bu işin temelinde samimiyet yatıyor.
Sizce şirketler bu ‘samimiyetsizlik” yargılamasından nasıl kurtulabilir?
Yapı Kredi’yi örnek vereceğim. Bundan 3 – 4 yıl önce bir çalışan, İK Müdürü’ne gidip neden gönüllülük yapmadıklarını soruyor. İK Müdürü bu soruyu ciddiye alıyor. Bütün departman şeflerini ve tüm çalışanları topluyor. Önerilerini yazmalarını istiyor. 7 – 8 ekibe ayrılıyorlar ve her bir ekibin sorumlu olduğu bir STK oluyor. Aralarında TEMA, Anne – Çocuk Vakfı gibi kuruluşların olduğu STK’lara gidip, oralarda gönüllülük yapmaya başlıyorlar.
Özel sektörde çalışan insanların ciddi bir iş deneyimleri ve disiplinleri var. STK’ların da o dinamiği yakalaması için özel sektörlerde çalışanların bu işin içine girmesi çok büyük bir fırsat ve ihtiyaç. Özel sektörde çalışıp aynı zamanda STK’larda faaliyette bulunan insanların da, hayatlarındaki iş – ev trafiğini kırılabiliyor, motivasyonları artıyor, bir işe yaradıklarının farkına varıyor ve bir başkasına yardım etmenin mutluluğunu yaşıyorlar.
Yapı Kredi çalışanları bunu, birebir kendileri yaptılar. Bu projeyi birilerine ihale edebilirlerdi. Ama tam tersine o işin içine kendileri girdiler ve bu da o işin sürekliliğini sağladı. Kurumlar bu başarılı örneği dikkate almalı bence. Yani insanların kendi ellerini ve ayaklarını çamurun içine sokmaları lazım.
Yurtdışında başarılı bulduğunuz sosyal sorumluluğa ilişkin bir örnek var mı?
İsveç’te bir röportaj yapmıştık. İsveç’in banliyösünde yaşayan 12 – 13 yaşlarındaki çocuklar, orta yaşlı insanlara bilgisayar kullanmayı öğreterek yardım ediyor. Ve bir süre sonra Belediye Başkanı gelip onlara diyor ki, ‘siz çok iyi işler yapıyorsunuz, eğer siz 10 kişi bir araya gelirseniz biz size para veririz, imkan veririz ve bir dernek kurarsınız, çalışırsınız.” O çocuklar şimdi bir dernek kurmuş durumda.
Sizce neden hâlâ sosyal sorumluluklarımızın bilincine tam olarak varamadık?
Aslında hepimizin hayatında kendimizi rahatta ve güvende hissettiğimiz alanlar var. İşte bu alanı yarattıktan sonra, biz bu alanı hiçbir şeyin tehdit etmesini istemiyoruz. Bir çocuğu olumsuz bir durumda gördüğümüzde ona acıyoruz ama o çocuk için bir şeyler yapmaya çalışmanın, başkası için bir şey yapmanın, bize zarar verebileceğini düşünüyoruz. Birbirimize gittikçe yabancılaşıyoruz. Her birimiz kendi küçük dünyalarımızı yaratıyoruz. ‘Bu onun sorunu, o halletsin’ diye düşünüyoruz. Ama böyle düşündüğümüz için de, eğitimsiz bir şoförün lastikleri altında can verebiliyoruz. Garip bir bumerang var ortada. Atıyoruz ‘bana ne’ diyerek birisi tutsun diye... Ama o bize, yine bir şekilde geri dönüyor.
Bu nedenle ‘ben ne yapabilirim?’ sorusunu sormak gerekiyor her şeyden önce... Çünkü umut hâlâ gerçekten var. Bundan beş yıl önce bir dalgıçla röportaj yapmıştım. Tek bir kişiydi. Engelliler daldığında su altında kendilerini çok daha rahat hissettiklerinden ve su altında engellilerin engeli bir nevi ortadan kalktığından, ‘ben engellilere dalışı öğreteceğim’ diyerek yola çıktı. Önce arkadaşlarını işin içine soktu. Ondan sonra kurumları, ilaç fabrikalarını ikna etti. Engellileri Kızıldeniz’e, Bodrum’a, Kaş’a götürdü. Firmaların destekleri sayesinde oralarda kamplar yaptırdı. Bunlardan sonra, ‘bu projeyi daha kalıcı bir hale getirmek gerekir’ diye düşündü. Bodrum’da bir alternatif kampı açtı. Ve her yıl oraya yüzlerce engelli gidip, ücretsiz olarak 15 gün tatil yapıyor. Bu onların hem sağlıkları hem de moralleri için çok büyük bir değişim.
O yüzden, çaba harcadığınız, yılmadan ilerlediğiniz zaman güzel şeyler olabiliyor. Umut etmek lazım. Bence her şeyden önce insanın kendisine güvenmesi lazım. ‘Ben güçlüyüm ve bir şeyi değiştirebilirim’ diye düşünmesi lazım. Belki biz kendi gücümüzün de farkında değiliz. Belki kendimizi hafife alıyoruz. Kendimize güvenip, umut edip, sabırlı olup her şeye devam etmek gerekiyor herhalde.