Küresel Refah ve Türkiye
Son 22 senedir Türkiye’nin yaşadığı sıkıntıları düşünürsek ve bugün içinde bulunduğumuz duruma bakarsak ekonomimizi düzeltme ve gelişmiş ülkelerin standartlarına getirme konusunda fazla bir yol almamış olduğumuzu gözlemleyebiliriz. Her ne kadar çok önemli altyapısal değişiklikler 1979 1987 seneleri arasında gerçekleşmiş olsa ve Türkiye’nin gayri safi milli hasılası katlanarak büyümüş olsa bile, gelir dağılımındaki bozukluk daha belirginleşmiş ve bireylerin refah düzeyi Türkiye’nin toplam iç ve dış borçları da göz önüne alındığında daha kötüye gitmiştir.
Peki; gelişmiş ülkelerde serbest piyasa ekonomisi ve kapitalist sistem bireylerin ve toplumların refah seviyesini daha iyileştirirken, neden gelişmekte olan ülkelerde bu böyle olmamıştır. Batıda kazançlar rekabete dayalı katma değer yaratma üzerine kurulu iken (meritocracy), gelişmekte olan ülkelerde kazançlar devlet ve kamu ile olan patronaj ilişkileri üzerine kurulu, verimli üretim yerine menfaat ve israfa yönelik olmuştur. Bir nevi ilkel ve vahşi kuralları olan bir kapitalist sistem oluşturulmuştur. Õlke fonlarını tüketmeye, bireysel olarak zenginleşmeye yönelik bu düşünce sistemi Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın geleceğini, son 22 senedeki sorumsuz ve hesap vermeme üzerine kurulu yaklaşımı ile ipotek altına koymuş ve ekonomiyi iflas noktasına getirmiştir.
Peru’lu ekonomist Hernando de Soto’nun “The Mystery of Capital: Why Capitalism Triumphs in the West and Fails Everywhere Else” adlı kitabında belirttiği gibi; gelişmekte olan ülkelerde zenginler devlet/kamu ilişkileri ile para kazanırken, batıda rekabet ve serbest ekonomi sistemi çerçevesinde üretenlerin para kazandığı tesbit edilmiştir. Siyasi bağlantılarla kazanılan kazançlar ve bu kazancın oluşturduğu zengin “kapitalist” kesim küreselleşen bir dünya pazarında rekabet edemeyeceği için yok olmaya mahkumdur. Bu Meksika, Brezilya ve Arjantin’de böyle olmuştur. Kore’nin tüm çabasına ve teşviklerine rağmen 1970’lerde yarattığı oligapolist sistem 20. yüzyılın sonlarında iflasın eşiğine gelmiştir. Bu Türkiye’de de böyle olmaya mahkumdur. 80’lerin Özal zenginlerinin bugün kaç tanesi ticari varlıklarını muhafaza etmektedirler?
Hernando de Soto kitabında kapitalist sistemin üretgenlik, rekabet ve şeffaflık üzerine kurulmadığı takdirde başarılı olmasının mümkün olamayacağı görüşündedir. Böyle başarısız bir modelin vahşice uyguladığı Türkiye gibi ülkelerde sonun toplumsal bir ayaklanma noktasına geleceğini göz ardı etmemek gerekir. Önümüzdeki iki sene Türkiye için çok önemli bir süreç olacaktır. Artık zenginliğin ve iş adamlığının gittikçe artan bir şekilde tepki görmesi bunun iyi bir göstergesidir. Bir şekilde maalesef kurunun yanında yaşda yanmaktadır. Ticari ahlakın olmadığı ve kazançların siyasi veya bireysel menfaatlere dayalı olduğu bir kapitalist sistemin çalışması ve toplum refahının yükseltilmesi mümkün değildir.
Zengin tabakanın gitgide kendini var olduğu toplumdan soyutlaması ve izole etmesi bunun bir göstergesidir. Zenginlik üretken bir başarının sonucunda olmuşsa bunu takdirle karşılamak gerekir. Çünkü üretken iş adamları toplumunda refahını istihdam yaratarak yükseltmektedirler. Ama onları yaratan topluma vecibeleri bu noktada kalmamalıdır. Andrew Carnegie 1889 senesinde yazdığı “Wealth” isimli yazısında refahın dağılımı konusuna değinmiştir. Zenginle fakir arasında olan refah eşitsizliğini, serbest piyasa ekonomisinde olan azami ekonomik verimlilik ve üretkenlik arayışına bağlamıştır. Böyle bir sistemde başarılı olanlar çok kazanırken, başarısız olanlar ise daha da fakirleşmişlerdir. Burada çözüm olarak görülen ise refah düzeyi yüksek olanların, maddi imkanlarını toplumla paylaşmalarıdır. Bunun da en basit örneği vergi ödemeleridir. Yine bunun en ileri örneği ise vakıflar oluşturarak toplumlarına katkıda bulunmalarıdır.
Acaba Türkiye’de bu konularla ilgili zengin iş adamlarımız ne yapıyor? Vergi ödemeyenden, vergisini fazlası ile ödeyen, hep kendi maddi menfaatini düşünenden, maddi imkanlarını vakıflar yoluyla toplumu ile paylaşan bir iş dünyasına sahip olan Türkiye, çok ciddi bir yol ayırımına gelmiş bulunmaktadır. Çünkü bundan sonra seçilecek yol Türkiye’yi ya gelişmiş ülkeler sınıfına aday yapacaktır ya da az gelişmiş ülkeler sınıfına mahkum edecektir.
Gelir dağılımındaki bozukluğun önemli sebeplerinden biri de eğitimdir. Günümüzde küresel refah sadece fabrika, ekipman, bina ve araziyi kapsamamaktadır. Bunlardan belki de daha önem arz eden ve yeni ekonominin temelini oluşturan bilgi, beceri bireysel kapasite ve donanımdır. Eğitimle kazanılan ve gözle görülmeyen bu değerler maalesef Türkiye’de çok eksiktir. Eğitim sorununu 8 senelik temel eğitim, üniversitelerde yeniden yapılanma, mesleki eğitimler ve Ar ge merkezleri ile aşmaya çalışan bir ülkede yaşamaktayız. Geç kalınmış bir eğitim seferberliği Türkiye’ye son 10 senesini diğer faktörlerle birlikte kaybettirmiştir. Son 10 senede kişi başına düşen milli gelir yüzde 8 oranında artarken; bu Arjantin’de yüzde 73, Polonya’da yüzde 160, Meksika’da yüzde 63 ve Güney Kore’de yüzde 40 olmuştur. Bunun açıklaması sadece kötü siyasi ve ekonomi yönetimi ile sınırlı olamaz. Õretmekten ziyade tüketmeye ve şahsi kazanca endekslenmiş bir sistem, “benim memurum, iş adamım işini bilir” zihniyeti Türkiye’de bireyleri bilgi donanımlarını arttırmak yerine, kolay yoldan para kazanmak ve kamudan kazanç sağlama yoluna yönlendirmiştir. Kötü değer yaratacak bilgi donanımından yoksul bireyler ve toplum olarak en sonunda bu işin artık böyle gitmeyeceğini anlamış bulunuyoruz. Türkiye’nin açıkça bir eğitim reformuna ve hamlesine ihtiyacı vardır.
“Yenilikçi” yerine eğitimli ve donanımlı siyasetçilerin yöneteceği Türkiye’yi özlüyorum.
Artık toplumun tüm kesimleri ciddi bir muhasebe yapmak sorumluluğunu taşımaktadır. Yolsuzluklarla beslenen iş dünyası siyaset ilişkisi artık sona ermelidir. Bunu yapmakta Ankara’daki siyasetçilerden ziyade özel sektöre ve sivil toplum sektörüne düşmektedir. Ekonomide kamunun rolü süratle asgariye indirilmelidir. Özelleştirme bunun önemli bir adımıdır. Bu konuda hala bir arpa boyu yol katetmemizde, bu değişime karşı olmayı kendine bir yaşam şekli olarak kabul etmiş siyasetdir. Siyaset içindeki anlayış değişmediği sürece Türkiye, dünyadaki layık olduğu konumunu bulamayacaktır. Dünyada vizyonu olmayan, beceriksiz, yetersiz, okumayan, düşünmeyen ve sorgulamayan siyaset kadroları ile bir başarı elde etmek mümkün olmayacaktır. Etik değerlerin yok edilmeye mahkum edildiği bir toplum, sosyal patlamalara açıktır. Artık Türkiye değişmelidir. Bireyler olarak kendimizi sorgulamalı ve bu değişimin başarılı olması için elimizden gelen tüm gayreti göstermeliyiz. Onun için artık daha çok konuşalım, daha sesli olalım ve daha da sesli düşünelim.
Ali Midillili