İş hayatının gerçekleri (3): Fazla bağlanma ama nankör de olma
Bizler İnsan Kaynakları olarak, şirketlerimizde “Bağlılık- Engagament” konusunda
milyonlarca uygulamayı hayata geçiriyor, fazlasıyla çaba gösteriyor ve kuruma bağlılığı arttırmak için
mücadele veriyoruz. Öncelikle soruyorum: Neden?
Berna Büyükutku Boragan
Abdi İbrahim İlaç – İnsan Kaynakları Müdürü
Şu deredeki su kaç kere değişti,
Yıldızların akisleri hep yerinde
Mevlana
Bağlanmak ya da bağlı olmak ya da bağlı kalmak… Eminim ki, bu kavramlar, her birimizin kafasında farklı şeyler çağrıştırıyor, gözlerimizin önüne apayrı sahneler getiriyor ve farklı duygular hissetmemize neden oluyor.
Neden bağlanırız? Bağlanmak bize ne getirir? Bağlanmasak ne olur? Bir tek insanlar mı bu duyguyu yaşar? Tüm doğanın kanunu değil midir bağlanmak, bağlı olmak, bağlılık?... Kendini bir yere, bir kişiye, bir duruma, bir ortama ait hissetmek en temel ihtiyaçlardan biri değil midir?
Uzun zamandır bu konu benim kafamı bayağı kurcalıyor. Geldiğim noktada, bağlılığın varlığı da, yokluğu da ayrı bir dert. Diyelim bağlılık hissettiğiniz her neyse onu hayatınızın odağına koydunuz. O zaman, varınızı yoğunuzu, tüm emeklerinizi onun için seferber ederseniz, siz, siz olmaktan çıkar ve o her neyse siz de o olursunuz. Sonra ne olur? Onunla ilgili her çeşit değişim, iniş ve çıkışlar sizin derdiniz olur çünkü siz artık zaten siz değilsinizdir. “İstediğim kararları bir türlü alamıyorum” dersiniz kendi kendinize. “Aklıma yatmayan durumlar oluyor, kararlar alınıyor, bir takım doğrularım zedeleniyor ama bir türlü kopamıyorum” dersiniz. Her seferinde bağlılık duyduğunuza karşı, olanları anlamlandırmayı ve anlamayı, olanlara tolerans göstermeyi, sahiplenmeyi ve geleceğe dair umutlanmayı seçersiniz. Mücadele etmeyi tercih eder, inançla ve azimle devam edersiniz.
Peki bağlılığın yokluğunda ne olur? Bu durumun izahı daha da zor çünkü hissiyatın ve duygunun olmadığı bir ortamda sadece mekaniklikten bahsedebiliriz ki, bu da insan olduğumuzdan dolayı doğamıza aykırı. Ama sonuç, bağlılığın olduğu durumlara kıyasla çok daha kolay öngörülebilir ve anlaşılabilir. Kişi mücadele etmemeyi tercih eder, inancını ve adanmışlık duygusunu kaybettiği için ortamı, durumu ve/veya kişiyi bırakmayı tercih eder. Kendi çıkarı, kazancı ve menfaaatine odaklanır. İşi bittiği zaman da çeker gider.
2009 Amerikan yapımı bilim kurgu filmi “Avatar”ı hatırlayacaksınız. Pandora gezegeninde yaşayan Na’vi halkının birbirleriyle ve içinde bulundukları yaşam ile kurdukları bağı anımsayacaksınız. Filmin içinde geçen en önemli repliklerden biri “Seni Görüyorum” ifadesidir. Sadece fiziki olarak karşısındakini görmeyi ifade etmez. Gönül gözüyle görmeyi ifade eder. Kalpten anlamayı, samimi ve dürüstçe düşünülen ve hissedilenleri görmeyi anlatır. Bağlanmak (“bonding” çok kez tekrar edilmektedir) ve bağlı kalmak konusu bu ırkın yaşam enerjisinin devamlılığını, kısacası varoluşlarını sağlar. En önemlisi, başkasının haklarına ve ihtiyaçlarına saygı duymak, her an yardım etmeye ve paylaşmaya hazır olmak, iç huzuru ve hayatın dengesini korumak gibi değerler üzerine kurulu kuralları ile bu bağlar kuvvetlenir.
Beni en çok etkileyen nokta ise nedir biliyor musunuz? İnsanoğlunun içindeki önü alınamaz hırs, maddiyat düşkünlüğü ve hükmetme arzusunun nasıl yıkıcı ve yok edici olabileceğinin açıkça gösterilmesidir. Ayrıca tüm manevi değerlerine ve birbirlerine sıkıca bağlı kalan ilkel kabilenin, gücüne ve kalbine inandığı bir liderin öncülüğünde, insanoğlunun teknolojisi karşısında ezici bir galibiyet kazanması oldukça manidardır.
Bizler de İnsan Kaynakları olarak, şirketlerimizde “Bağlılık - Engagament” konusunda milyonlarca uygulamayı hayata geçiriyor, fazlasıyla çaba gösteriyor ve kuruma bağlılığı arttırmak için mücadele veriyoruz. Öncelikle soruyorum neden? Profesyonel hayatta olduğumuza göre hepinizin bildiği cevabı vereyim: “Çalışan bağlılığı yüksek olan şirketlerin iş performansları da yüksek oluyor ve para kazanıyorlar, aksi takdirde düşen bağlılıkla birlikte kurum içinde iklim bozuluyor, üretkenlik ve verimlilik düşüyor, müşteri memnuniyeti zarar görüyor ve şirket zarar etmeye başlıyor. Kim iklimi bozulmuş, zarar eden bir şirkette çalışmak ister ki?”
O zaman kolları sıvamak gerekiyor. Aynen Na’vi halkının yaptığı gibi önce “gönül gözüyle” görmek, sonra da bağlanmak için gerekli olan sebepleri ortaya koymak gerekiyor. Ben kendimce öncelikli olan sebeplerden biraz bahsetmek istiyorum:
1. Kurum kültürüne uyum gösterebilmek: Her yiğidin bir yoğurt yeme şekli vardır. Kurumların da kendi içlerinde yaşantılarını sürdürürken sergiledikleri iş yapış şekilleri bunun gibidir. Anlık kararların hızlıca verildiği bir şirket olabilir veya bürokrasiye bağlı olarak ilerlenildiği için kararların gecikmeli olarak alındığı bir şirket olabilir. Değişimlere hızlıca adapte olan ve değişim konusunda kendini sürekli zorlayan bir şirket olabilir veya uzun soluklu planlar dahilinde yeniliklere giden bir şirket olabilir. Fazla hiyerarşik bir şirket olabilir veya yalın bir organizasyonda yönetilen bir şirket olabilir, vs...
2. Yöneticiye inanmak: Avatar filminde her bir Navi'nin uzun bir atkuyruğu var. Bunun ucundaki püsküle benzeyen, bir nevi alıcı ve verici görevi üstlenen sinir uçları ile çevresindeki canlılarla bağ kurabiliyor, o topluluğun içinde varlığını hissedebiliyor. Ben yönetici rolünü de buna benzetiyorum. Kültüre adapte olmak, çevreye uyum sağlayabilmek, kendini ifade edebilecek fırsatlar yakalamak, ait olma duygusunu yaşayabileceği ortamlara sahip olmak hep kişinin yönetici ile ve yöneticinin üzerinden kurum ile kurduğu iletişimden, kurduğu bağdan etkileniyor. Birey o bağlantıyı yönetici ile kuramazsa, işi oldukça zorlaşıyor. Tutunacak bir dal arıyor.
3. Çalışma arkadaşları ile ekip olabilmek: Bireyin kendine olan inancı ve güveni, içinde bulunduğu ekiple de doğru orantılıdır. Ortak çaba, ortak başarı, ortak hedef ve ortak değerler ile hareket edebildiği bir ekip içinde yer alan kişi sadece çalıştığı ortamdan memnuniyet duymaz. Bir bütünün parçası olmanın getirdiği iç huzur ve denge ile o ekip için elinden gelen gayreti gösterir. Özsorumluluk bilinci ile diğerlerini de düşünerek hareket eder ve bundan zevk alır. O zaman ne olur? Bağlı hissedilir.
4. Kişisel değerler ile kurum kimliğini oluşturan değerler arasında uyum yakalayabilmek: Bu konu, özellikle yeni kuşaklar için karar verme noktasında çok kritik bir rol oynuyor. Çalıştığınız kurumun ahlaki ve etik değerleri ne kadar belirgin, net ve sürdürülebilinir olunursa, kişiler yaklaşmaktan çekinmezler. Kendilerinden bir parça buldukları için severler, yakın ve ait hissederler.
5. Maddi imkanlar ve diğerleri: Bu konuya çok değinmek istemiyorum ama hayatın bir gerçeği de para kazanmak için çalışıyor olmamız tabii. İstikrarlı bir kazanca sahip olmak ve yeri geldiğinde ödül kazanabiliyor olmak…
Şimdi “Tüm bunları zaten gayet iyi biliyoruz” dediğinizi duyar gibiyim. Peki, madem gayet iyi biliyoruz, o zaman niye sürekli kurum içlerinde bağlılık anketleri dönemsel olarak yoğun bir şekilde yapılıyor? Peki, resim çekmek için yapalım ama her defasında resim çekmekle de yetinmeyelim. Çıkan sonuçların paylaşımından iletişimine, bireylerin kararlara dahil edilmesinden alınan kararların hızlıca hayata geçirilmesine, sonuçlarının hızlıca irdelenmesinden revizyonlar yapılmasına kadar yürütülmesi gereken bu süreç, koskocaman bir süreç.
Yıllardır hepimizin üzerinde defaten durduğu diğer ana konu ise, üst yönetimin sponsorluğu ve yönetim takımlarının her yönüyle konuyu sahiplenmesidir. O yüzden bence yönetici çoookkk önemlidir. Aynen Avatar filminde olduğu gibi her şeye karşı durabilme gücü ve sahip çıkma çabası liderlerin varlığı ile oluyor. Eğer lideriniz ile o bağ kurulamıyor ya da kopuyorsa hem kuruma duyulan bağlılık zarar görüyor, hem de kazan-kazan ilişkisi kaybediliyor. Kişi çekip gidiyor...