“İş Dünyası da Ritmi Yakalamalı”


Okay Temiz’i elbette hepimiz tanıyoruz. Ancak bir de kendi pencerenizden bize, kendinizi anlatır mısınız? Sizi bugüne getirenler kim ya da neydi?

Benim annem ut çalardı. Herhalde annemin karnında duymaya başladım sesleri, müziği. Babam da pilottu. Mekanikle ilgili genler de babamdan geçti sanırım. Teknisyen olmak, makineci, pilot olmak gibi heveslerim vardı. Tabii çocukluk devresinde bunların farkında değildim. Daha sonra, Ankara Devlet Konservatuarı’na klasik davul öğrenmek amacıyla girdim. Orayı bitiremedim. Çok araştırmacı bir yapım olduğu için oradaki eğitim sistemi bana çok kısıtlı geldi ve beni çok zorladı. Çünkü ben çok telaşlı, aceleci ve bir anda öğrenmek isteyen biriyim. Okulun temposu bana yavaş geldi. Yani klasik davulu öğrenip okulu bitirmek için sabredemedim.

Böylelikle çok erken yaşta piyasanın içine girdim ve bu alanda kendi yolumu çizmeye başladım. O dönemde bu ülkede yapılacak şey ise, büyük otellerde, lüks salonlarda, düğünlerde çalışmaktı. O nedenle, müzikle ilgili daha çok şey; özellikle de caz öğrenmek için İsveç’e gittim. 28 sene orada kaldım, yani uzun bir İskandinavya hayatım oldu. Gençlik hayatım orada geçti ve o kültürle yoğruldum. Birçok insanla tanıştım. Müziğimi geliştirdim. Orada, sanki uzaydan bakar gibi dünyaya, Türk Müziğinin kıymetini anladım. Aslında bu ülkenin değerlerini yurt dışına çıkmadan önce anlamam mümkün değildi. İnsanlar, Türkiye’nin verdiği renkleri, tınıları, kültürleri bu ülkenin içinde yaşarken anlayamıyor. Ben de öyleydim. Bu nedenle, yurt dışına çıkmam bana büyük fırsatlar verdi. Ben de bu fırsatları değerlendirdim. Türkiye’nin kültürel anlamda nerede olduğunu gördüm ve değerlerimizi fark ettim. Dünyaya açılabilecek, değişik kültürlerle birleşebilecek bir müziğimiz olduğunu ben İsveç’te fark ettim ve bu farkındalık bana bugünü getirdi.

İskandinav kültüründen öğrendiklerinizi, getirdiklerinizi, Türk müziğiyle nasıl bir araya getirdiniz? İki kültürü nasıl kaynaştırmayı başardınız?

Ben Stokholm’de kaldığım zamanlar orası cazın merkeziydi. Bütün kültürler büyük bir sirkülasyon halindeydi. Afrika, Amerika müzisyenleri hep oraydı ve değişik kültürler için çok açık bir ortam vardı. Sosyal problemlerini halletmiş, kültürlerine değer veren, bizim gibi sadece lafta kalmayan, para ile finansmanla, yardımla, propaganda ile kültürlerini destekleyen ülkelerde bir sanatçı için yaşamak, var olmak çok daha kolay. Onun için oralarda kaldım senelerce.

Tabii oradan getireceklerimi buraya uygulamam için, buradaki sistemin de oraya uyması gerekir. Ancak sistem uyuşmazlığı nedeniyle, çabalarımın çoğu yarıda kaldı. Yani kişiliğinize, sanatınıza bakmıyorlar burada, ilişkilerinize bakıyorlar. Bu da, çok büyük vakit kaybına neden oluyor. Bu nedenle İsveç’te bulunmak benim için büyük bir avantajdı. İsveç müziğini Türk kültürüyle birleştirerek bütün dünyaya yansıtmam mümkün oldu. “Oriental Wind” diye bir grup kurdum. Türk kültürü temelli bir gruptu bu. İçerisinde cazcılar vardı. Grupta; İsveçliler, Amerikalılar, Almanlar, Afrikalılar, Belçikalılar, İtalyanlar yani birçok Avrupa ülkesinden müzisyenler vardı. Bu kültürü beraber işledik, Avrupa’ya yaydık. Bu müziğe “Türk cazı” dendi. Aslında ben, Türkiye’nin kültürünü oraya götürdüm de Okay Temiz oldum. Yani ben onların müziğini ya da cazını çalarak buraya gelmedim. Benim yaptığım, yurt dışına çıktığımda, kendi ülkemdeki değerleri de yanımda götürmek ve işlemekti.

Bu sentez fikri nasıl doğdu?

Bu fikri ilk çıkartan benim ama keşke bu fikir daha evvel ortaya çıkmış olsaydı da benim işim kolaylaşsaydı. Ben ne yaptım, anne karnından edindiklerimin de yardımıyla, Türk müziğini alıp, İsveç’te birkaç melodisini çaldım. Bir baktım ki, çok ilgi gördüm ve önemli kişiler tarafından benimsendim. Sonuçta müziği sunuş şeklimiz tamamen değişti. Benim, davul çalış şeklim değişti, bu konudaki anlayışım gelişti. Ve kendi yolumu, kendi müziğimi çizmeye başladım. Ben hem cazı hem de Türk müziğini bildiğim için, bunların ikisini bir sanatçı olarak birleştirebildim. Bu arada müzik aletleri yaptım ve kullandım.

Sizin gibi müziğin her yerine dokunan bir kişiye çok ender rastlıyoruz. Peki siz kendinizi ‘farklı’ ya da ‘yaratıcı’ olarak nitelendiriyor musunuz?

Ben bir şeye baktığım zaman, o şeyin başka bir şekli olabilir mi diye hep düşünmüşümdür. Yalnız müzikte değil, araba dizaynından tutun her konuda ‘bu niye böyle olmuş, daha ekonomik olması için başka yolu yok mudur?’ diye hep düşünürüm. Mesela Afrika ya da Hindistan’dan bir alet gördüğüm zaman onu kendime yakıştırmaya çalışırım, kendime daha büyüğünü ya da daha küçüğünü yaparım. Değiştirmekten korkmam. Bu arada iyi olanı takdir etmeyi de ihmal etmem. Önemli olan görmektir. Bakar kör olmamak gerekir. Etrafınızda olup bitenleri görmeniz gerekiyor, bu hem bireysel olarak hem de şirketler için çok önemli bir konudur. Etrafınızı göreceksiniz ve ondan sonra daha iyisini yapmaya çalışacaksınız. Bu nedenle görmek şart. Ben de bunu yaptım sadece.

Yeniyi keşfetmenin bir yolu var mıdır sizce?

Yeni bir şeyler yapmak için de öncelikle araştırmak gerekir. Bunu yapmak için de, zamanı kontrol etmek gerekir. Zaman da ritim demektir. Zaman akıp giden bir şey. Akıp giden zaman içerisinde çaldığınız ritmin, tutmadığı anlarda dahi zaman akıyor. Bu nedenle iyi bir birikimle ve iyi bir ritimle başlamak ve bu ritmi zaman içerisinde devam ettirmek çok önemlidir. Çünkü takım çalışmalarında ritmin önemi çok büyüktür. Aynı şekilde takım çalışmasında ritmin dağılışı da çok önemlidir. Çünkü bir tanesi aksadığı zaman, diğerinin de aksaması çok doğaldır. Çünkü tüm ekip bir ilişki içerisindedir; biri diğerine, dolayısıyla hepsi birbirine bağlıdır. Bu nedenle hepsinin aynı tempoyla, iletişim içinde, kaliteyi bozmadan ve daha iyi kaliteye ulaşmayı hedefleyerek alanlarında mücadele etmeleri gerekir. Bu durum, bütün sanat dallarında olduğu gibi iş dünyası ve özellikle şirketler için de önemlidir.

Atölyenizdeki çalışmalarda ya da hastalara yönelik uyguladığınız programlarda yetenekleri nasıl keşfediyorsunuz?

Buraya gelenler arasında, özellikler çocuklarda çok yetenekli olanlar var. Anneleri, babaları çocuklarının bu yeteneklerinin farkında olarak onları buraya getiriyor ve zaten onlar hemen kendilerini, yeteneklerini belli ediyor. Ellerine bir alet veriyorsunuz yetenekli olan, hemen ben ne çalıyorsam çalıyor. Tabi yeteneği olan çocuk, ille de davulcu olacak diye bir şart yok. Ama demektir ki bu konuda çocuğun dikkati açık. Bu çocuk, pazarlamacı olabilir, profesör olabilir. Çünkü ritmin farkında olan ve ritmi çabucak kavrayan kişiler, yaptığı işin farkındadır; hem duyması, görmesi hem de bunları birleştirmesi kuvvetli demektir. Ritmi çabuk kavrayıp gruba adapte olan, grup çalışmasını da biliyordur. Gerçek şu ki, ritmi ve müziği çabuk kavrayan, hayatta yapacağı diğer işleri de daha rahat, daha başarılı bir şekilde gerçekleştirir.

Atölyenizde ve atölye dışındaki çalışmalarınızda şirketlere yönelik olarak neler yapıyorsunuz?

Bundan 3 buçuk sene önce, bir reklam şirketi büyük firmalara gidip, o firmalarda çalışanlara yönelik application dediğimiz, ‘neleri yapmaktan hoşlandıklarını ve hangi özellikleri olduğunu’ ortaya çıkartmaya yönelik sorular sordu. Bu sorularla insanları kategorize etmeye çalıştılar. ‘Sen pazarlamacı olabilirsin, senden iyi bir yönetici olur’ gibisinden sonuçlar çıktı. Biz de bu çalışmaya destek olmak amacıyla, ritmi de işin içine kattık. Çalışmayı ritimle destekledik. Bizim yaptığımız çalışma da, ‘pazarlamacı şunu çalar, yönetici, teknisyen şunu çalar’ şeklinde bir belirlemeydi . Biz 5 – 6 aleti bu kişilere dağıttık. Ve hakikaten bu kişiler verdiğimiz aletleri benimseyip gayet iyi çaldılar.

Yürüttüğümüz bu çalışmaların, şirketlere, yönetim ekiplerine ve çalışanlara neler kazandırdığını düşünüyorsunuz?

Firmalarla yaptığımız bu çalışma, çalışanlar arasındaki bağı kuvvetlendiriyor, iletişimi, grup bilincini arttırıyor ve firmaya da güven sağlıyor. Birlik oluşturuluyor. ‘Bu işi beraber yaptık, birlikte başardık’ duygusuyla bir grubun, ekip olma bilinci artıyor. Aynı katta çalışmalarına rağmen hiç konuşmamış insanlar bir araya geliyor. Sağlam diyaloglar kurulabiliyor. Tüm firmalar, elemanlarını kaybetmeden rekabet koşullarında ayakta durabilmeyi hedeflediklerinden, beraber olma ve eğlenme temeline dayalı çalışmalarımıza katıldılar.

Şirket yönetimlerinin de çalışanlarıyla, belli bir ritim içinde faaliyetlerini göstermeleri gerekiyor. Sizce şirketlerin işleyişinde ritmin önemi nedir?

Örneğin bir fabrikada, akan bir rayda belli bir sıra içerisinde monte edilmesi gereken araba ya da bilgisayar parçalarını bir araya getirme işlemi belli bir ritim içersinde gerçekleştirilmezse ortaya aksaklıklar çıkar. Aynı şekilde de müzikte, örneğin bir latin grubunda, 5 – 6 tane ritimci vardır. Bu ritimcilerden çan çalan, grubun ve dolayısıyla ritmin kalbidir, yöneticisidir. Ondan sonra tumbalar gelir. Çanın tumbalarla birleşmesi ve uyumlu bir ritim oluşturmaları gerekir. Sonra bongo gelir. Bongo, aradaki boşlukları dolduran destek aletidir. Heyecan verir. Ardından tamburin, marakas, claves gibi daha neşeli, ritmin devamlılığını sağlayan çalgılar gelir. Bunlar şarkıcının sempatik, izleyiciye daha yakın olması, daha çok şarkıcıların boş durmaması içindir. Timballer de müziğin yükseliş alçalışlarında haberci aletlerdir. Haberci vuruşları yaparak müziğe renk katarlar. Sonuçta tüm bu aletlerin ritimleri bir bütün oluşturur. Diğer tüm aletler de gelip bunların ritmiyle birleşir.

Şirketlerin başında da patronlar vardır. Şirketin başı çok önemlidir ancak şirket yönetimi ekip işidir, aynı müzik gibi. Ekip olmazsa hiçbir şey olmaz. Ekipten memnun değilseniz, o ekibi eğitmeniz ya da en başından iyi eğitilmiş bir ekiple işe başlamanız gerekir. Bu nedenle departmanlarınızı oluşturan tüm ekibinizin, hem dünyadan, hem Türkiye’den haberi olan, bilen kişilerden oluşmasını sağlamak gerekir. Lokal perspektiften bakan ve lokal çalışanlardan kurulu bir şirket bir yere kadar ilerler.

Cazın, sizin müziğinizin temelini oluşturan doğaçlama sürecini anlatır mısınız?

Doğaçlamanın çeşitleri vardır. Bir insanın yaşam şekliyle, sosyal hayatıyla, yetişmesiyle çok ilgilidir. Çünkü doğaçlama içe, size dönük bir hadisedir. Aslında doğaçladığınız, kendinizdir. Ama arkada da bir form vardır, bir müzik formu. Müzik formunu bozmadan ya da bozarak doğaçlama yapabilirsiniz. Eğer formu bozarak doğaçlama yapıyorsanız, müziği, melodiyi bir alet olarak kullanıyorsunuz demektir. Örneğin belli bir müzik formunun içinde ilerlerken birden yolunuzu değiştiriyorsunuz, kafanıza göre bir şeyler çalıyorsunuz, iyi veya kötü oldu, bu önemli değildir. Ama formda kalmak insana kaliteyi sağlar. Örneğin cazda bu vardır: alttaki formu bozmadan, onun üzerine doğaçlama yapmak… İşte bunu yaptığınızda sanat oluyor. Ama tüm formu alt üst edip, kafaya göre çalmak formu olmayan doğaçlamaları doğuruyor. Böylesi bir doğaçlama, tüm formları ezerek çalmaktır ve bu nedenle daha kolay bir süreçtir. Kıvrak ve ilginçtir. Tabi neyzenin meditasyon şeklinde, melodileri içinden geldiği gibi çalması gibi, tamamıyla içimize dönerek, gözlerimizi kapayarak yaptığımız doğaçlama çeşidi de vardır. Kolay iş değildir bu. Dünyayla ilişkinizi kesmeniz gerekir. Hatta öyle ki bazı müzisyenler bu tarz doğaçlamalardan sonra, seyirciye selam dahi vermezler. Ne kadar çok şey yaparlarsa, içlerine dönerlerse, kendilerini bir şey yapmamış hissederler. Ne kadar güzel çalarlarsa, o kadar da ben hiçbir şey çalmadım derler.

Forma bağlı kalarak çalmak dediniz... Her şirketin belli değerleri, amaçları var. Acaba şirketler de bu amaçlarından sapmadan yani formu sabit tutarak günün, piyasanın şartlarına göre nasıl bir doğaçlama süreci izlemeli?

İşte araştırmanın önemi de burada yatıyor. Cesur olmak, görmek lazım. ‘Olur mu bu’ anlayışı çok yanlış. Tabi şirketler için durum daha ciddi. Çünkü işin içinde harcanan emek, enerji, para ve zaman var. Dolayısıyla girişimlerin riskleri daha büyük. Ama müzikte böyle bir şey yok. Şöyle çalıyım mı çalmayayım mı diye düşünmezsiniz, çalarsınız. Ben burada elektronik kullanayım mı diye sorduğunuzda ve kullanmadığınızda kaybetmiş olursunuz.

Ama ticarette, iş yaşamında bu böyle değil. Daha sabit, istikrarlı kararlar almak lazım. İş yaşamında kararlı olmak çok önemlidir. Çünkü verdiğiniz kararı uyguladığınızda bu karar yanlış bile olsa, bu yanlıştan muhakkak doğruyu bulursunuz. Ama bu süreçte dayanıklı olmak gerekir. İşte bunu başardığınızda öncü olursunuz alanınızda. Çünkü yaptığınız şeyi kimse yapmamıştır.

Kendi kişisel tecrübelerinizden yola çıkarak, şirket ve yönetimlerine, işleyişleri hakkında hangi önerilerde bulunabilirsiniz?

Öncelikle şirketlerin elemanlarını eğitmesi gerekir. Bu yeni yeni yapılmaya başlandı. Yönetimler yeni buldukları fikirleri daha çok tartışmaya açar oldu. Hatta eğitimden eğitime koşuşturan firma ve çalışanları da var. Tabii bu güzel bir şey. Kaliteli elemanlar bir şirketin temelidir. Kaliteli eleman yetiştirmenin ilk şartı da eğitimdir. Tabii eğitimden eğitime de fark vardır. Eğitimi kimin vereceği, eğitimin temellerinin nereden alınmış olduğu ve nereye oturduğu da önemlidir. Bu nedenle, her firma kendi özelliklerini dikkate alarak bunların araştırmasını yapmalıdır. Her firmanın teknoloji, pazarlama, yönetim, kültürel, ekonomik ve sosyal alanlarda araştıracakları ve dolayısıyla izleyecekleri eğitim anlayışı da farklıdır. Bu departmanların çok iyi oluşturulmasına ve bu departmanlara yerleştirilen kişilerin araştırmacı olmalarına ve farkındalıklarının yüksek olmasına dikkat edilmelidir. ‘Kim iyi yapmış, nasıl iyi yapmış’ bilmezsen ve bu konuda kafa yormazsan başarılı olamazsın. Yurt dışındaki örnekler çok iyi bilinmeli. Dolayısıyla Türkiye’nin, şirketlerin araştırması lazım. Kendimize bakmamız, ‘ben ne yapıyorum, ne yapmam lazım’ diye kendimize sormamız gerekiyor.






Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)