High Works kurucu ortağı Güneş Ergüden:“Biz üniversite mezunu, kendisinin patronu olabilen işçileriz…”

“Yüksekte çalışıyor olmak sizi içinde yaşadığınız şehre ve orada akıp giden hayata daha da yabancılaştırıyor. O yüzden zamanla orada olduğunuz için kendinizi daha şanslı hissetmeye başlıyorsunuz”… Bu sözler Mart ayında gerçekleştirdikleri Boğaz Köprüsü ışıklandırma projesi ile adından oldukça söz ettiren “Yüksek İşler” – “High Works” şirketinin kurucularından biri olan Güneş Ergüden’e ait.

Üniversite yıllarından bu yana tırmanış ile ilgilenen Güneş Ergüden ve ortağı Bora Gürbüz, okudukları ekonomi ve mühendislik bölümleri ile ilgili bir şeyler yapmayı hiç düşünmeden sevdikleri işi yapmaya karar vermişler. Böylece, tırmanış deneyimleri ile kazandıkları becerilerini İple Erişim Teknisyenliği (Rope Access) adı verilen bir yöntemle birleştirerek zor noktalara erişiyorlar.

Ancak yaptıkları iş yükseklerde olmasına rağmen High Works ekibinin gözü hiç de yükseklerde değil: “Hepimiz temel ihtiyaçlarımızı giderip kayalarımıza tırmanmaya gitmek isteyen insanlarız. Limited Şirket olmak, holding olmak gibi hayallerimiz hiç olmadı. Biz üniversite bitirmiş, patron da olabilen işçileriz” diyor Ergüden.

Ergüden ile Boğaziçi Köprüsü projesinden tırmanıcılığa, oradan iş hayatına ve “patron” olmaya dair yaptığımız söyleşi bizler için oldukça ilham verici oldu. Sizin de aynı duyguyu hissedeceğinizi umuyoruz.

Önce sizi biraz daha yakından tanıyalım...

Ben Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü, Bora da Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik Haberleşme Mühendisliği Bölümü’nde okuyordu. İstanbul’da Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübü en iyi dağcılık eğitimi veren kulüplerden biridir. Bora ile yollarımız burada kesişti.

Bora, benim bir dönem önümde olduğu için eğitmenimdi, daha sonra tırmanış partneri olduk. 2000 yılından sonra Türkiye’nin pek çok yerinde tırmanışlar yaptık. 2004 yılında okullarımız bitti. Tırmanışta da belli bir seviyeye gelmiştik. Artık bu bizim yaşam tarzımız haline gelmişti.

Burada belirtmem gereken bir nokta var: Tırmanış bir hafta sonu sporu; sürekli bir işiniz olduğunda, işten arta kalan zamanlarınızda yapabileceğiniz bir hobi değildir. Çünkü sürekli yapmanız gerekir. Üç gün tırmanmadığınız zaman bile gerilersiniz. İki hafta ara verirseniz sıfırdan başlamış gibi olursunuz.

Bizler tırmanmayı, doğaya gitmeyi çok sevdiğimiz için “Bu işi nasıl sürekli şekilde yapabiliriz?” sorusu üzerinde düşünmeye başladık. Alternatif bir yaşam yaratmaya çalıştık kendimize. Bunun da tek yolu kendi işimizi kurmaktı. Eğitimini aldığımız meslekleri yaparak istediğimiz hayata sahip olamayacağımızı anlamıştık.

Çünkü birilerinin altında çalışıyor olacaktık ve onlar bize ne yapmamız gerektiğini söyleyecekti. İstediğimiz zaman tırmanışa gidemeyecektik. Sonuç olarak kendi işimizi kurduk. Dağcılık tekniklerimizi de kullanarak İple Erişim Teknisyenliği adı verilen bu işi yapmaya başladık. (Rope Access) Bu mesleğin özü dağcılık tekniklerinden yaratılmış ancak endüstriyel camiada geliştirilmiş ip tekniklerini ve malzemeleri kullanarak normal yöntemlerle erişilmesi zor olan noktalarda oradaki işi yapmak anlamına geliyor.

Bu fikir nasıl ortaya çıktı?

Zaten dağcılık kulübündeyken free lance olarak bu tarz işler yapıyorduk. Ama daha sonra bu mesleğin dağcılıktan çok farklı bir şey olduğunu gördük. Bu, “Etrafımızdaki dağcılarla bir araya gelip yapalım” denilebilecek bir şey değil. Çünkü dağa tırmandığınız zaman sadece kendinizin ve partnerinizin hayatını düşünüyorsunuz.

Bu işte ise, çalışırken yaptığınız bir hata, örneğin çalıştığınız bir malzemenin aşağıya düşmesi gibi bir dikkatsizlik aşağıda dolaşan insanların da yaşamını tehlikeye sokuyor. Çok daha yüksek güvenlik standartları kullanarak yapılması gereken bir meslek bu…

İlk olarak prodüksiyon camiasında ses ve ışık sistemlerinin sahne çatısına asılması anlamına gelen rigging işi ile başladık. Roke’n Coke’da ve Kuruçeşme Arena’daki büyük konserlerde üç senedir çalışıyoruz.

Böylelikle zaman içinde prodüksiyon camiasından insanlar bize aşina olmaya başladılar. Daha sonra Mucizeler Komedisi’nde Özlem Tekin, Mirkelam ve Pamela Spence’in sahnedeki uçuş sistemlerini kurduk ve operasyonlarını üstlendik. Bir süre sonra burada bir talep olduğunu gördük ve bu işi yapmaya karar verdik. Fatura kesebilmek, çalışanlarımız sigortalayabilmek için de şirketleşme kararı aldık. Yurt dışındaki standartları araştırdık.

Türkiye’de bu anlamda bir ilksiniz herhalde?

Söylediğim gibi dağcılar zaten çeşitli yerlerde bu işleri yapıyorlar. Ama biz gerçekten bu işi standartlarına uygun ve bir şirket olarak yapan ilk kurumuz.

Boğaz Köprüsü’nün ışıklandırılması projesi nasıl ortaya çıktı?

Köprü projesi bizim hayatımızda 2006 yılının Ekim ayından beri var. Philips projeyi tasarlarken yüksekte çalışabilecek, iple çalışıp belli noktalara erişebilecek insanlara ihtiyacı olduğunu fark etti. Mart 2007’de köprüye giriş yapma şansımız oldu.

On bir kişilik ekiple, on iki günlük çalışma sonucu projeyi tamamladık. Altı kişi ana halat üzerinden modülleri ve kabloları sabitliyordu. Bir kişi yukarıdan iniş yaptığımız emniyet noktalarını sürekli kontrol etmek durumundaydı ve gerektiğinde bir yana taşımaktan sorumluydu. Geri kalan dört kişi de yerden lojistik destek veriyordu.

Siz de yer alıyorsunuz değil mi bu projelerde?

Tabii ki... Biz Bora’yla şirketin kurucusuyuz ama her işte kendimiz çalışıyoruz. Zaten ilk iki sene bir ekibimiz yoktu ve bütün işleri Bora’yla ikimiz yapıyorduk. Sonunda işler büyümeye başlayınca yetişememeye başladık ve tırmanış camiasından tanıdığımız, güvendiğimiz ve bu işi yapabilecek yetkinlikte insanları bir araya getirmeye başladık. Şu an sekiz kişilik bir çekirdek kadromuz var.

Biraz da ekibiniz hakkında konuşalım dilerseniz. Kimler var bu ekipte?
Öztürk Kayıkçı Türk tırmanışında çok önemli bir yere sahip bir tırmanıcıdır. 1990’larda Türkiye’de kaya tırmanışının başlamasını sağlayan, ilk rotaları açan ve şu anda Türkiye’nin birçok yerinde yüzlerce rota açmış, kendi yarattığı tırmanış bölgeleri ile ilgili rehber kitaplar yayınlamış ve yurt dışında da çok fazla tırmanışı bulunan bir tırmanışçı.

Öztürk’ün bizlerle olması bizim için çok büyük bir avantaj. Çünkü bu işin bir tasarım kısmı var; orada gerçekten aktif çalışan ve tecrübe sahibi insanlarla bir arada çalışmak gerekiyor. Zaten bu yüzden biz de dağcılıkla iple erişim teknisyenliğini ayrı yerlerde tutuyoruz.

İple erişim teknisyeni olarak bir olaya yaklaştığınız zaman bu işi nasıl, ne kadar sürede, güvenli bir şekilde yaparız diye düşünmeye başlıyoruz. Oysa ortama bir dağcı geldiği zaman o sadece o noktaya nasıl ulaşabileceğini düşünür. Yukarı çıkmak kadar oradaki işi yapabiliyor olmak da önemli.

Sizinle beraber çalışmak isteyenlerden talepler geliyor mu? Gelecek dönemde ekibinizi ne kadar genişletmeyi düşünüyorsunuz?

Köprü projesinden sonra basında da bir hayli yer aldık. Biz pazarlama, reklâm gibi konularla uğraşacak insanlar değiliz pek. Biz operasyon adamıyız, tırmanıcıyız. Patronluk, iş adamlığı, iş yemekleri, ilişkiler kurmak gibi kavramlar bizim için çok önemli değil açıkçası.

Bizim işimiz kendi kendini tanıttı aslında. Bu basın furyasından sonra gerek e-postayla gerek telefonla bize ulaşan birçok insan oldu. “Ben otuz senedir yaptığım işte hayatımın harcandığını görüyorum. Size imreniyorum. Ne zaman işe alımlar yapacaksınız?” diye soranlar oluyor.

Şu anda yaşadığı monoton ve makineleşmiş hayatı bırakıp bizim yaşadığımız gibi yaşamak isteyen bir sürü insan çıktı ortaya. Çok şaşırdık tabii başlarda bunları görünce. Çünkü herkesin bir yaşamı var; bizim ki de böyle diye düşünürken, bir anda fark ettik ki insanlar aslında mutlu değiller. Ama sonuçta şu anda varolan ekibimiz bizim için yeterli.

Peki, “yüksek işler” yapmak için nasıl bir kişi olmak gerekiyor?

Bunun için çok ciddi tecrübe gerekiyor, tırmanıcı olmanız şart. Her şeyden önemlisi para kazanmak ve işi çabuk yapmak gibi kaygılar arka planda kalmalı. Söz konusu işi hiç kimseye zarar vermeden yapabilecek zihniyete sahip olmak gerekiyor.

Türkiye’de iş güvenliği biraz arka planda kalan bir konu biliyorsunuz. Ancak bizim için en önemli konu bu. Bir diğer önemli konu da dayanıklılık… Bu işte çoğu zaman gece uyumadan, saatlerce durmaksızın çalışmak durumunda kalabiliyorsunuz.

Yüksekte yapılan bir iş söz konusu olduğunda, bir yere girmeyi unuttuğunuzda ya da bir bağlamayı eksik yaptığınızda kendi hayatınızı ve başkalarının hayatını tehlikeye atabilirsiniz. Yoruldukça kaza riski artıyor. Çok zor yorulabilen bir insan yüksekte daha verimli çalışabilir.

Bizim ekibimiz Türkiye’nin en iyi tırmanıcılarından oluşuyor. Her birimiz yüksekte çok fazla zaman geçirmiş insanlarız. Tecrübe de bu işin olmazsa olmazlarından bir tanesi. Çünkü ben size işle ilgili bir hafta bir eğitim verebilirim. Fakat bu işi yapabilmeniz için en az iki senelik yüksekte çalışma tecrübesine sahip olmanız gerek.

Bunun yanı sıra yerde çalışan ekibimizde çok fazla tırmanma tecrübesi aramıyoruz. Ama yine konuya hâkim olmalarını bekliyoruz.

Beş yıl sonra “Yüksek İşler” ekibi ne yapıyor olacak sizce? Bir gün kravatlarını takıp toplantılara katılmanız gerekirse?

İmkânı yok. Biz bu işleri yapmamak için Yüksek İşleri kurduk zaten.

Ama bu işleri de yapacak bir ekibe ihtiyaç duyacağınızı düşünmüyor musunuz?

Hayır, ben fiziksel vizyonun hiçbir önemi olmadığını düşünüyorum. Biz ekipçe “her şeye karşı” bir ekibiz zaten. Ben kravatı en son lisede taktım, bir daha da hayatım boyunca takmak istemiyorum.

Zaman içinde ihtiyaçlarınıza bağlı olarak bu görüşleriniz törpülenebilir belki...

Bizim zaman içinde büyümek gibi bir hedefimiz yok ki... Hayat standartlarımız çok düşük. Hepimiz temel ihtiyaçlarımızı giderip kayalarımıza tırmanmaya gitmek isteyen insanlarız. “Limited Şirket” olmak, holding olmak gibi hayallerimiz hiç olmadı. Biz üniversite bitirmiş, kendisinin patronu da olabilen işçileriz.

Şu anki durumumuzdan çok memnunuz. Tatillerimize kendimiz karar veriyoruz. Tırmanmak için yaşıyoruz. Eğer törpülenme durumu söz konusu olursa bu işi yapmamızın amacıyla ters düşecek. Bizim iş alamayacağız gibi korkularımız yok. İşimizi yüksek standartlarda yapıyoruz. Etiğimiz ve standartlarımız hiçbir zaman değişmeyecek.

Bir ekip lideri olarak kendinizi nasıl buluyorsunuz?

Bizim ekibimizde bir hiyerarşi yok. Bu fikri Bora’yla birlikte ortaya koyduğumuzda birçok insanın umudu yoktu. Bu işten hayat geçindirilmeyeceğini düşünüyordu herkes. Ama biz çeşitli bağlantılar kurduk, işimizi güzel yaptık ve zaman içinde sekiz kişinin sadece bu işi yaparak hayatını geçindirebileceği küçük bir sektör haline geldi.

Biz patron değiliz. Zaten birlikte çalıştığımız insanların tümü arkadaşlarımız. Hiçbir zaman da arkadaşıma patronluk yapamam. Onların düşünceleri de benim için çok önemlidir. Herkes fikrini söyler, kararlar birlikte alınıyor. Şu anda dengeli bir sistem olduğunu düşünüyorum böylesinin.

Boğaz Köprüsü projesi gerek teknik gerekse estetik anlamda çok özel bir proje olsa gerek. Her gün eserinizi milyonlarca kişinin gördüğünü bilmek nasıl bir duygu? Siz köprüye bakınca neler hissediyorsunuz?

Çok farklı bir duygu tabii ki... Artık İstanbul’da dolaşırken belli noktalarda yaptığımız eserleri görmeye başladık. Boğaz Köprüsü bunlardan sadece biri… Zincirlikuyu’daki Garanti Bankası Genel Müdürlüğü üzerinde hava durumu gösteren direk ışığının montajını biz yaptık. İstanbul’da bunun gibi birkaç proje daha var.

Yüksekte olduğunuz zaman, içinde yaşadığınız şehrin yaşamına dışarıdan bakmaya başlıyorsunuz ve bu durum sizi şehrin yaşamına daha da yabancılaştırıyor. Köprüde mesela yukarıdasınız, aşağıdan trafik akıyor, kornalar, ambulanslar, evden işe, işten eve giden mutsuz ve gergin insanları gördükçe yaptığınız işi daha da sevmeye başlıyorsunuz. “Bu hayatın dışındayım, bu iş bitecek ve ben yine kayalarıma gideceğim” diye düşünüyor insan o sırada sadece.

Ömrünüz hep böyle kayalar ve yüksek işler arasında mı geçecek peki?

Bunu biz de hep soruyoruz kendimize. “Bir ömür böyle geçer mi?” sorusu sloganımız oldu kendi aramızda. Aslında geçer, geçecek. Hayat kısa ve bunu böyle yaşamak istiyoruz. Cebimizde çok fazla paramız olmasa da doğada yaşamak istiyoruz. Şanslıyız ki bu mesleğimiz haline geldi ve emeğimizin karşılığını alıyoruz. Ama hiçbirimiz şu an olduğundan daha fazla ödün vermeyi düşünmüyoruz hayatımızdan.

Sürekli seyahat edip dünyanın üzerindeki farklı tırmanış bölgelerinde olmaya çalışıyoruz. Ama yavaş yavaş fark ettik ki en bakir kalmış tırmanış bölgeleri bizim ülkemizde. Yurt dışına gittiğinizde bu bir turizme dönüşmüş. Ama işin içine para girdiği zaman insanlar etik değerlerden kolay vazgeçer oluyorlar. Doğayı korumak, kayaları korumak arka planda kalıyor.

İnsanlar artık Avrupa’nın her yerinden Türkiye’ye akmaya başlıyor. Bu yüzden Türkiye de bozulmaya yatkın bir yer haline geldi. Biz ümidi kestiğimiz bölgeleri bir yana bırakıyor, yeni keşifler yapmaya başlıyoruz. Fakat artık keşfettiğimiz yeni tırmanış noktalarını duyurmamaya başladık. Çünkü çarpık gelişen turizmin buraları da yok etme tehlikesi var.

Deneyimlerinizi başkalarına aktarmayı düşünüyor musunuz? Örneğin tırmanış eğitimleri veriyor musunuz?

Biz tırmanış hocalığı yapmayı hiçbir zaman yapmayı istemedik. Tırmanış bizim için saf olarak kalsın, onunla ilgili maddi bir kaygımız olmasın istedik. Hobinizi iş haline dönüştürdüğünüz zaman artık ondan keyif alamaz hale geliyorsunuz. Kayalarda yaşayabilirsiniz ama sürekli eğitim vermekten tırmanamıyor olduğunuzu görürsünüz. Şu an yaptığımız iş de bununla ilgili bir iş ama tırmanışla ilgili bir kaygı yaratmıyor.

Zaten çoğu zaman maddi beklenti olmadan eğitim veriyoruz. İsteyenler bizimle birlikte tırmanışa geliyorlar ve biz onlara gerekli yöntemleri öğretiyoruz. Bu iş paylaşıldıkça güzeldir. İnsanların doğaya gitmesini bu konuda daha duyarlı olmasını sağlıyoruz bu anlamda.

Dağcılık ve tırmanış sporunun temelinde biraz da zirvede olmak, kendini ve başkalarını sürekli aşmak gibi egolar yatıyor. Ancak zirveye tırmanırken ekip ruhunu korumak da bir o kadar önemli. Bu iki duygu arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?

Tırmanışta birçok farklı ekol var. Bir kısmında bireysel, bir kısmında ekip olarak öne çıkıyorsunuz. Biz ise bir tayfayız; beraber tırmanışa giden, birlikte üreten bir ekibiz.

Ancak tırmanışın ego işi olduğu da bir gerçek... Ne kadar zor bir rota tırmanırsanız o kadar tatmin oluyorsunuz. Fakat bu egonun aşırıya kaçması da bir süre sonra tırmanışla ve insanlarla olan ilişkilerini bozabiliyor.

Şu an ekibimiz ile bu dengeyi sağlamış durumdayız. Birlikte gittiğimiz kamplarda aldığımız keyif, egoların tatmininden daha önemli. Sadece tırmanış odaklı bakarsanız işin keyif kısmını yaşayamamaya başlıyorsunuz.

Son soru: Sizinle birlikte aynı bölümde okuyanlara baktığınız zaman neler hissediyorsunuz?

Birçok okul arkadaşımın bize imrendiğini görüyorum. Bizim neslin, yani 80 kuşağının büyük bölümünün hayattan ne istediği konusunda en ufak bir fikri bile yok. Rüzgâr nereden eserse o şekilde üniversiteye girmiş; sonrasında da kendine bir hobi, alternatif bir yaşam olanağı yaratmamış ve okuduğu mesleği yapmak zorundaymış gibi hisseden bir nesil... Hayatta onları gerçekten mutlu eden şeyler o kadar az ki. Bir süre sonra evine aldığı plazma televizyon ile mutlu olmaya başlıyorlar.

Bunlar insana mutsuzluk ve depresyon olarak dönüyor. Farkındaysanız çağın hastalığı haline geldi depresyon… Ruhsal bir bunalımdaysanız hayatınızda değiştirmeniz gereken bir şeyler var demektir. Üniversite yıllarını; yani hayatının en verimli zamanlarını kendilerine alternatif yollar bulmadan geçiren insanların, daha sonrasında mutlu olmak için ne yapmaları gerektiğini bilemediklerine şahit oluyoruz sıkça. Çünkü alternatif bir şeyler bulmak için bazı şeylerden vazgeçmek gerekiyor.

Galiba yaş ilerledikçe hayat sizi öyle bir kapanına alıyor ki bazı şeylerden vazgeçmek daha da zor hale geliyor. Giderleri, ev kirasını, çocuklarınızı düşünüyorsunuz. Üniversite dönemi enerjini hayatta ne istediğini bulmak için harcanması gereken bir dönem

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)