“Hayat dengesi iş ve aileden ibaret değil, kendinizi unutmayın"
Sabah 06.00’da kalkıp sporunuzu yaptıktan sonra çocuğunuzla birlikte kahvaltı edip yarım kulakla anlattıklarını dinliyor, ardından onu okula bırakıyorsunuz. Ofise girdiğinizde bir fincan kahve içerken günlük e-postalarınızı inceleyip toplantıya giriyorsunuz. Öğlen arasında yemek yemeğe vakit yok; çocuğunuza söz verdiğiniz gibi okuldaki gösterisine yetişiyorsunuz. Ardından hızla işe dönüp tamamlamanız gereken raporun üzerinden geçiyor, bir başka toplantıya katılıyorsunuz. Toplantı sonrası biriken işlere göz atıyor, bu arada akşam evde arkadaşlarınıza vereceğiniz yemek davetinin son hazırlıklarını tamamlıyorsunuz.
Bu arada içiniz de çok rahat değil: Belki çocuğunuzun gösterisinin yarısında çıkmasaydınız, daha mutlu olabilirdi. Yoksa toplantıda iş arkadaşlarınızın anlattıklarını da tam olarak dinleyemediniz mi? Akşam arkadaşlarınıza yemek daveti vermek yerine, ofiste biraz daha uzun kalıp, bir türlü tamamlayamadığınız raporu bitirmediğiniz için vicdan azabı duyuyor musunuz?
Bir dakika durun! Ailenizin, işinizin ve kendinizin sizden beklediği tüm talepler biraz fazla değil mi? Tüm bu taleplere yanıt vermeye çalışırken biraz zorlanmıyor musunuz? Aynı gün içinde hem mükemmel ebeveyn, hem yüksek performans gösteren bir profesyonel, hem de iyi bir ev sahibi olabilmek kolay mı?
Dilerseniz yanıt üzerinde biraz düşünürken, Koç Üniversitesi Endüstri ve Örgüt Psikolojisi alanında Profesör olarak görev yapan Prof. Zeynep Aycan’a da kulak verin. “Hayatın üç alanından; ailenizden, işinizden ve kendinizden kaynaklanan her türlü talebi tatminkar olarak karşıladığınıza inanmıyorsanız hayat dengesizliği yaşıyorsunuz demektir. Bu da yine bu üçlü sacayağında sorunlara neden olacaktır, unutmayın”.
Kısacası Aycan; mükemmel olmaya, her işe aynı anda yetişmeye çalışırken tükenmişlik sendromu ile karşı karşıya kalabileceğimiz, fiziksel ve psikolojik sıkıntılar yaşayabileceğimiz ve sonuç olarak hem iş, hem de aile hayatımızda sorunların baş gösterebileceği uyarısında bulunuyor.
“Emekli olacağız, çocuklar büyüyecek.
Peki ya sonra?”
Prof. Dr. Zeynep Aycan, bugüne kadar iş ve aile dengesi olarak adlandırılan kavramı, kendilerinin “hayat dengesi” diye nitelediklerini belirterek başlıyor sözlerine. “Hayat Dengesi” kavramının ilk ortaya çıkış öyküsünü kendisinden dinliyoruz: “Verdiğimiz eğitimlerden birinde, bir bayan katılımcımızın önemli bir tespiti olmuştu. Bir süre sonra işle ilgili sorumlulukların ortadan kalkacağını; emekli olacağımızı, çocukların büyüyeceğini ve kendi başımıza kalacağımızı anımsatıyor ve ‘O zaman, kendimiz için ne yaptık?’ diye düşünmeye başlayacağız diyordu. Kesinlikle haklıydı. Bunun üzerine bizler, denge kavramını dünya literatüründe ilk kez üçlü bir sacayağı üzerine oturtmaya karar verdik: İşim, ailem ve ben…”
Aycan’a göre, bu üçlü sacayağına oturan “denge” kavramının açılımı şöyle olmalı: Aileden, işten ve kişinin kendisinden kaynaklanan taleplerin, tatminkar düzeyde karşılandığına kişinin kendisinin inanması… Çünkü eğer kişi bu üçlüden kaynaklanan taleplerin yeterince karşılandığına kendisi inanıyorsa, denge psikolojik olarak ancak o zaman hissediliyor.
Haftanın beş günü ayrı kentlerde, ama yine dengeli…
“Biz psikologlar kişinin algısını önemseriz” diyor Aycan: “Dışarıdan görünen manzara farklı olabilir. Kişi, ailesine ya da işine veya kendisine daha çok zaman ayırmak istiyor olabilir; ailesini yeterince mutlu edemediğine inanabilir. Bu nedenle kişinin inancı çok önemlidir. Sonuçta tersi bir durum da mümkün: Mülakat yaptığımız evli bir çift, her ikisi de haftanın 5 gününü ayrı şehirlerde geçirmesine karşın, son derece dengede olduklarına inanıyordu. Önemli olan budur. İçten bakıştır dengeyi yaratan…”
Dengesizlik bireye de kuruma da zarar veriyor
Gelelim, hayat dengesinin bozulmasının sonuçlarına… “Hayat dengesini üçlü sacayağına oturttuğumuz için, dengenin bozulmasının nedeni de bu üçlüde yaşanan sıkıntılar… Bunların sonuçları da yine üç alanı etkiliyor” diyen Aycan sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kişisel olarak baktığınızda psikolojik sıkıntıların baş gösterdiğini görüyoruz. Bugün en büyük psikolojik sorunlardan birinin anksiyete olduğunu görüyoruz. Sıkışmışlık hissinden kaynaklanan depresyonlar artıyor. Hayattan doyum çok ciddi şekilde azalıyor, yetersizlik ve suçluluk hissi artıyor. Bunların tümü, hayat dengesinin kaybından kaynaklanan, bireysel olarak yaşanan psikolojik sıkıntılar…”
Bu psikolojik sıkıntıların bedene yansıması sonucunda stresin yol açtığı kalp ve damar rahatsızlıklarının, mide ve bağırsak hastalıklarının, kas ve kemik ağrılarının ve migrenin baş gösterdiğini belirten Aycan, bunun sonucunda kişilerin işten ayrılma eğiliminin arttığını, performans ve konsantrasyon düşüşleri yaşandığını, takım çalışmasında azalma olduğunu dile getirerek; “Tüm bunların kurumlarda oluşturduğu maliyet elbette tartışılmaz” diyor.
Ancak dengesizliğin yarattığı olumsuz etkiler bunlarla sınırlı değil kuşkusuz… 185 çiftin katılımıyla yaptıkları bir araştırmada, hayat dengesizliği nedeniyle yaşanan sıkıntının eşler arasında bulaşıcı olduğunu tespit ettiklerini söyleyen Aycan, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bu çok ilginç bir durum. Eşlerden birinin hayat dengesinde yaşadığı sıkıntı, diğerinin psikolojik sağlığını olumsuz etkiliyor. Kısacası eşler arasında geçişkenliği olan bir durum olduğu için sistem etkileniyor. Ailedeki düzen bozuluyor. Dengesiz olan ve bunu işine, ailesine yansıtan bireyler topluma da yararlı olamıyor doğal olarak…”
Türkiye’de erkekler de kadınlar da denge sorunu yaşıyor,
iş aileye müdahale ediyor
Peki, Türkiye açısından bakarsak hayat dengesi konusunda nasıl bir manzara çıkıyor karşımıza? Aycan, 38 ilden 463 beyaz yakalı çalışan arasında yaptıkları araştırmanın sonuçlarını rehber alarak yanıtlıyor sorumuzu: “Uluslararası karşılaştırmalara baktığımızda, Türkiye’de hayat dengesizliğinin çok daha fazla hissedilmediğini görüyoruz. Ancak ilginç bulgularımız var: Genellikle hayat dengesi konusundaki sıkıntıları kadınların yaşadığına inanmamıza karşın; kadınlar ile erkekler arasında iş – aile dengesi sağlamadaki zorluk çok farklı değil; bu durum dünya literatüründe de böyle. Her iki taraf da çalıştığı için suçluluk hissediyor; iş aile dengesizliği hissediyor. Ancak kadınların hayat dengesizliğine neden olan faktörler, erkeklerindekinden çok farklı. Kadınlar hem iş yoğunluğundan hem de hayatlarındaki önemli kişilere yeteri kadar zaman ayıramadıklarından sıkıntı yaşıyor. Çocuğunun kendisiyle geçirdiği zamandan tatmin olmadığına, eşinin ve çocuğunun mutsuz olduğuna, eşinden yeterince duygusal destek alamadığına inanıyorsa; çocuğunun bakım koşullarından mutlu değilse hayat dengesizliği hissinde artış yaşıyor. Bu, kadın perspektifi… Erkek modeline baktığımızda ise; o hem çalışma hayatında hem de evde iş yükü istemiyor; bunların ortadan kalması durumunda denge kazanacağına inanıyor”.
Öte yandan, işin aileye daha fazla müdahale etmesine izin verdiğimizi de dile getiren Aycan, işte çok fazla zaman geçirdiğimiz ya da işimiz çok stresli olduğu için ailedeki sorumlulukları yerine getirmeme olasılığımızın çok yüksek olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: “Hemen hepimiz buna izin verirken; ailedeki sıkıntıların işe yansımasına göz yummuyoruz. Bu durumda da aile çok zarar görüyor. Elbette bunun muhtelif nedenleri var: Her şeyden önce aile daha hoşgörülü görülüyor. İşi de tehlikeye atmaktan korkuyoruz”.
İş planı yapar gibi…
Denge kavramını, nedenlerini ve dengesizliğin sonuçlarını dinledik; Türkiye’deki manzaraya kuşbakışı göz attık. Peki, hayat dengesizliğini ortadan kaldırmak için ne yapmak gerekiyor? Bunun bir reçetesi var mıdır? Aycan, bu noktada kitaplarında açıkladıkları yedi aşamalı sorun çözme yaklaşımının ana hatlarını paylaşıyor bizlerle: “Aslında profesyonel yaşamdaki herkes plan yaparken kendine bir hedef koyuyor, hedeflere yönelik çözümler geliştiriyor, çözümlerin hangisinin en iyi sonucu vereceğini ölçüyor, harekete geçiyor ve ardından da bu davranışı ya da planı getirileri ile revize ediyor. Ancak nedense bu yöntemi kendi kişisel yaşamımızda, kişisel sorunlarımız için kullanmıyoruz. Oysa biz hayat dengesi konusunda da, hepimizin iş hayatında çok kullandığı bu modeli öneriyoruz. Bu sistematik yaklaşım; hayatı düşünme, denge kavramının üç alanındaki talepleri yerine getirme fırsatı veriyor çünkü…”
Ancak Aycan, bu noktada destek mekanizmalarını kullanmanın önemine dikkat çekerek, sözünü ettiği üç alanda da destek alırsak dengeyi sağlamanın çok daha kolay olacağına değiniyor: “Ancak ne yazık ki, bu desteği yeteri kadar almıyor, alamıyoruz. Çünkü destek veya yardım istemek bize zor geliyor. Hemen hepimizde mükemmeliyetçi, her şeyi kendimizin yapmak istediği bir taraf var. Destek istediğimizde yetersiz ve beceriksiz görünmekten korkuyoruz. Dolayısıyla her şeye yetişmeye çalışmak dengesizlini tetikliyor”.
Bu nedenle yedi aşamalı sorun çözme yönteminde, öncelikle kişilerden üç alandan gelen talepleri sıralamalarını, ardından da destekleri tanımlamalarını istediklerini söyleyen Aycan; “Hiç aklımıza gelmeyen destek mekanizmaları var aslında” diyor: “Ama bunları iyi kullanıp kullanmadığımızı düşünmek gerekiyor. Ardından hedef belirlemek önemli... Bunu, hedefe yönelik bazı hareket planları geliştirmek ve uygulamaya koymak izliyor. Son olarak da tekrar dönüp bakmak, orijinal planı gerekiyorsa revize etmek ve tekrar harekete geçmek şart”.
Bunun, son derece sistematik ve kolay bir yaklaşım olduğuna işaret eden Aycan, eğitimlerde de uygulandığında katılımcıların son derece yararlandığını belirtiyor. Ancak gelen en önemli geri bildirimlerden birinin; kişi sistemi uygulasa da işe yaraması için etrafındakilerin de destek vermesi gerektiği yönünde olduğunu dile getiren Aycan, “Bunu söyleyenler elbette haklı. Ama etrafınızdakiler olmadan da sistemi uygulayarak yapabileceğiniz çok şey var. Önemli olan disiplin ve kararlılıkla, bir takım alışkanlıkları değiştirmek…”
Vaka çalışmaları, sohbet toplantıları
Aycan’ın sözünü ettiği sorun çözme yaklaşımı, kurumlara yönelik verilen eğitimlerde de kullanılıyor. Eğitim, “Denge nedir, nedenleri, sonuçları nelerdir, nasıl kurulur?” gibi soruların yanıtları aranarak başlıyor. Ardından katılımcılara 7 basamaklı sorun çözme yaklaşımı uygulatılıyor. Vaka analizleri kullanılarak katılımcıların vakadaki kişiler için çözüm bulması isteniyor, öneriler sunuluyor.
Daha sonra kişiler aynı sistemi kendilerine uyguluyor, birebir çalışmalar yapılıyor. En fazla 15 katılımcı ile bir buçuk ya da iki gün süren eğitimin sonunda bireylerle birebir çalışma yapılıyor ve hareket planı hazırlatılıyor. Daha sonra eğer kendileri arzu ederlerse eğitmenlere geri dönüşte bulunuyorlar. Son olarak 6 ayın ardından aynı ekiple yarım günlük bir sohbet toplantısı gerçekleştiriliyor. Aycan, eğitimlere katılanların yüzde 70’e yakınının erkeklerden oluştuğunu belirtiyor.
“ÇALIŞMA SAATLERİNE BAKIŞ DEĞİŞTİRİLMELİ”
Çalışanların dengeyi sağlayabilmesi için işverenler neler yapabilir?
Çözümlerden biri; esnek çalışma saatleri sunmak olabilir. Bazı kurumlar ise “compressed work week” dediğimiz sıkıştırılmış çalışma haftaları uygulamasını kullanıyor. Bu uygulamaya göre, kişiler haftanın 4 günü, ama daha uzun süre çalışıyor; hafta içi ise 1 gün izinli oluyor. Öte yandan evden çalışma da dengeyi sağlama konusunda bir çözüm olabilir.
Ancak bu konuda çok tehlikeli bulduğum bir durum var: Laptoplar ve blackberry gibi araçlar, kişilerin sürekli e-postalarını takip etmelerine, zihinlerinin hep işle dolu olmalarına neden oluyor. Elbette uluslararası çalışan bazı kurumlar için bu araçlar kaçınılmaz; farklı saat dilimlerindeki çalışanların sürekli bağlantıda olabilmesi, 24 saat ulaşılabilir olması gerekiyor. Ama yine de kişinin kendini şarj ederek ertesi gün iş başında daha iyi performans gösterebilmesi için belli bir saatte işle ilgili tüm bağlantılarını koparması gerekiyor. Bunu yapmanın kuruma da olumlu yansıyacağını akılda tutmak çok önemli. Tükenmişlik sendromu ile karşı karşıya kalan çalışandan verim elde edebilmek mümkün değil çünkü…
Bu arada Türkiye’de bazı şirketlerin, belli bir saatten sonra (örneğin akşam 17.30) tüm ofisleri kapattığını biliyorum. Bana göre bu çok sağlıklı ve akıllıca bir yaklaşım. Çünkü araştırmalara baktığımızda, uzun saatler çalışmanın kaliteli çalışmak anlamına gelmediğini görüyoruz. Hatta akşam işten geç çıkacağınızı bildiğinizde günü daha verimsiz kullandığınız bir gerçek. Önemli olan işte çok zaman geçirmek değil, kaliteli zaman geçirmek; işinize tam konsantre olmak…
Kısacası işverenler için temel soru “Çalışanlarımız kaç saat çalışıyor?” değil, “Ne kadar verimli çalışıyor?” olmalı. Hollanda, Norveç, İsveç gibi gelişmiş Kuzey Avrupa ülkelerine de baktığınızda aile dostu çalışma ortamlarının, anne ve babaların uzun süreli süt iznine ayrılabilmesinin ve akşam belli bir saatte çalışma hayatının sona ermesinin verimliliğe ne kadar yansıdığını görebiliyoruz. ABD’de fazla mesai yapan çalışanlardan kuşku duyuluyor; neden verimsiz çalıştığına yönelik… Kısacası gelişmiş ülkelerde işverenler, çalışanların kişisel zamanını iyi değerlendirmesinin, organizasyonel verimliliğe ne kadar olumlu yansıyacağını biliyor çünkü…
FAZLA İŞ YÜKLENMEYİN, HAYIR DEMEYİ ÖĞRENİN…
Prof. Dr. Zeynep Aycan, özellikle profesyonel yaşamdaki kişilerin denge kurabilmesi için aşağıdaki önerilerde bulunuyor:
• Talebi veya zihninizdeki talep baskısını, algısını azaltın. “Nasıl yetiştireceğim?” gibi sorularla kendinizi meşgul etmek yerine, işleri kafanızda zamana yayarak hareket edin. Talebi sürekli olarak zihinde var etmek son derece zararlı.
• Delege etmeyi öğrenin.
• Fazla iş yüklenmeyin, “hayır” demeyi öğrenin.
• Destek mekanizmalarını daha iyi kullanın.