Hayali kendinden güzel şehir: Paris


Charles De Gaulle Havaalanı’ndan Paris şehir merkezine giderken aklıma ilk gelen cümle bu oldu: “Hayali kendinden güzel şehir…” Yıllardır görmeyi hayal ettiğim şehre doğru ilerliyordum... Nasıl bir şeyle karşılaşacağımı ise bilmiyordum. Ya muhteşem bir masal şehir ya da global turistlerin fazlasıyla abarttıkları ve pazarlaması çok iyi yapılmış bir şehir... Acaba hangisi?

Taksiye biner binmez şunu öğrendim ki, Paris karşılaştığınız ilk anda sizde tanıma isteği uyandıran bir şehir ve sizi ister istemez meraklandırıyor. Ancak bunun için uzun, telaşsız yürüyüşler ve emek gerekiyor. Bu emeği sarfettikçe onun daha da içine giriyorsunuz. Tıpkı insanlar gibi...

Bulmaca gibi Paris... Çözersiniz. Gördüğünüz her şey yeni bir şeyi getirir: Notre Dame, Hugo’yu; Hugo Rodin’i getirir. Soufflot Caddesi’ni anlarsınız, Bulvar Jourdan’ı, Raspail’ı anlarsınız. Çünkü her caddenin, her yolun, her heykelin bir hikayesi vardır. Ve bu caddeler, yollar, heykeller, kafeler Paris’tir.

Paris ile bir kere doğru tanıştınız mı yeniden her gidişinizde bulmacanın başka yerlerini tamamlarsınız. Bulmacayı elinizden bırakamazsınız. Öyle bir büyüsü, rüyası vardır ki Paris’in bir kere hayatınıza girerse bir daha hayatınızın sonuna kadar sizinle birlikte kalır. Paris insanın içini titreten saraylar, aşıklar, sanatkârlar şehri... Tolstoy, gezilerinin birinde Paris’ten Rusya’daki bir arkadaşına şöyle yazmış:“Azizim bu şehir ne zaman benim üzerimde tesir etmez hâle gelecektir?”

Belki de yalnız Tolstoy değil ama galiba dünyada hiçbir insan yoktur ki Paris’in adını duyup da içi titremeyecek... Çünkü Paris sanat şehri, aşk şehri, hayat şehri... Herhalde Paris gerçek olmasaydı insanlar onu hayallerinde yaşatırlardı.

Hiç şüphesiz, hepimizin kafasında Paris denince bir kaç resim belirir; Eiffel Kulesi, Champs Elysées, Louvre gibi... Oysa ki, Paris’e 3–4 günlük turların programları dışında gidip ona biraz vakit ayırdığınızda görürsünüz ki mağaza vitrinleri, birkaç bildik yapısı dışında başka bir Paris vardır. Gazetelerini, kitaplarını okuyan, gözlerinde entelektüel coşkunun sönmeyecek ışığı bulunan insanlarıyla, kafe’leriyle, saraylarıyla, sanatçılarıyla, uzun ve geniş caddeleriyle görülecek bir başka Paris vardır. Öyle bir şehirdir ki Paris, içine düştüğünüz anda sizi sarıp sarmalar, meraklandırır. Ancak onu tanımak, anlamak telaşsız uzun yürüyüşleri gerektirir.

Aslında Paris, insanı sadece sokaklarında da değil kafanızın içinde de yürütür. Galya halkından Parisiilerden oluşan Paris’in ilk ortaya çıktığı bölge olan adalar bölgesinde Conciergerie ve Adalet sarayının bulunduğu noktadan Saint Michel’e, Panthéon’a doğru yürüdüğünüzde aslında kafanızın içinde de yürürsünüz. Soufflot kim, Panthéon’da ne var ya da Luxembourg parkındaki heykeller kime ait gibi... Sorular bitmez, yürünecek yollar da…

Paris'de yürüyüşe çıkmak yaşanabilecek en büyük zevklerden biri... Eğer kendinizi sayısız cafe ve dükkana girmekten alıkoyabilirseniz tüm şehri bir iki saat içinde baştan sona geçmek mümkün. 2012'ye kadar şehrin merkezinin tamamen yürüyerek, bisikletle veya metroyla gezilebilecek hale getirilmesi planlanıyor. Bir kaç yıl içinde ise 1. 2. 3. ve 4. bölgelerin trafiğe tamamen kapatılması düşünülüyor. Gidilecek mesafenin iki duraktan az olduğu durumlarda, metroya binmektense yürümek, şehri tanımak açısından en iyi seçim olur.

Adalar bölgesi

Paris ile ilk karşılaşma için en güzel nokta belki de kurulduğu bölge olan adalar bölgesi... Bilindiği gibi Sen nehrinin ortasında iki ada bulunuyor: Cité ve Saint Louis adası... Cité’de bulunan ve aynı zamanda eski saray da olan Conciergerie, farklı mimarisi ve yüksek kuleleri ile sizi hemen kendisine çekecek.

Paris’in diğer yapılarından gotik mimari tarzıyla ayrılan Conciergerie, Fransa krallarının ilk saraylarından. Ancak 15 yy’da hapishaneye çevrilmiş ve Fransız devrimi sonrasında Danton, Saint Just ve Marie-Antoinette buradan giyotine götürülmüşler. Bu eski sarayın yanında büyük merdivenleri, altın yaldızlı heykelleri ile Adalet Sarayı oldukça etkileyici. Özellikle apartman dairesinden bozularak yapılan adliye binalarımıza baktığınızda bu görkemli yapı insanı oldukça düşündürür ve böylece kafanızın içinde yürümeye başlarsınız.

Notre Dame’ın su olukları!

Cité’de insanın görüp de etkilenmemesi olanaksız bir şaheser de Notre Dame kilisesidir. 12 yy’da yapımına başlanan ve yapımı 200 yıl süren bu kiliseyi gezdiğinizde Napolyon’un taç giymesini ya da Victor Hugo’yu düşünmeden edemezsiniz. Ancak Notre Dame’da insanı en çok etkileyen ne Hugo ne Napolyon ama şeytanı, kötülüğü dışarı atmak istercesine çığlık atan ifadeleriyle hayvan figürlü su olukları…
Cité’den nehrin sol yakasına geçtiğinizde Notre Dame’ın tam karşısına denk gelen ve mutlaka görmeniz gereken bir küçük dükkan var: George Whitman’ın Shakespeare and Co Kitapevi... Tam anlamıyla kitaptan kurulu bir dünya burası…

Yazarlar için daktilo hazır

1950’li yıllarda kurulduğunda genç kitapseverlerin, yazar olmak isteyenlerin bu iki katlı kitapevinde çeşitli hizmetleri karşılığında ücretsiz olarak kitaplardan faydalandıkları, daktilo başında yazılarını yazabildikleri ya da istedikleri kadar burada kalıp kitaplarını okudukları bir toplanma yeri olmuş. Günümüzde de kitapçının içinde istediğiniz kadar oturup, istediğiniz kitabı okuyabilmeniz için divanlar, koltuklar var; hatta eğer isterseniz emrinizde kitabınızı yazabileceğiniz bir daktilo bile bulunuyor. Notre Dame’ı seyrederek bu kitaptan dünyada saatler geçirebilirsiniz.

George Whitman inanılmaz bir düşü gerçekleştirmiş. Kitapevinin girişine bir tabelaya aşağı yukarı da şöyle yazmış: ‘Bana Don Kişot diyorlar… Raskolnikov, Sorel bana kapı komşumdan hep daha yakın gelmiştir…’ Yazıyı okuduğunuzda bu türden bir yakınlığı hisseden insanın gerçekleştirdiği düşünü de anlıyorsunuz, ona büyük bir hayranlık da duyuyorsunuz. O bir anda belki de sizin için dünyanın en büyük insanı oluyor.
Kitaptan kurulu bu dünyadan çıkıp Saint Michel bulvarına çıktığınızda görmeniz gereken Cluny Ortaçağ müzesi size Paris’teki ilginç Roma izlerini gösterecek. Saint Michel bulvarını biraz daha yukarı doğru yürüdüğünüzde ise Sen nehrinin sol tarafında kalan ve sol kıyının sembolü okullar bölgesine ve Panthéon’a ulaşırsınız.

13. yy’da Paris üç bölgeden oluşuyordu. Birincisi idari bölge olan ada, sol kıyı üniversite ve sağ kıyı şehir... Robert de Sorbon tarafından kurulan Sorbonne Üniversitesi, I. Francois tarafında üniversiteye karşılık kurulan College de France ve IV Henri Lisesi, sol kıyının ana damarlarını oluşturuyor. Bu okullar bölgesinde yine Paris’in en önemli yapılarından biri olan Panthéon bulunuyor. XV. Louis’nin isteği ile mimar Soufflot’ya inşa ettirilen ve ilk taşı kral tarafından 1764 yılında konulan yapı, Soufflot öldükten sonra 1790 yılında tamamlanabilmiş. 1885 yılında Hugo’nun Panthéon’a gömülmesiyle birlikte Panthéon bugün Voltaire, Rousseau, Marie-Pierre Curie, Malroux gibi 30’a yakın önemli Fransız kimliğinin yattığı, eski Yunanca’daki anlamına uygun olarak kelimenin tam anlamıyla bir ‘Tanrılar tapınağı’ olmuş. Üzerinde içindeki insanlara yakışır şekilde de ‘Büyük insanlara Vatan Minnettardır’ yazılı.

Paris’te birkaç gün daha uzun yürüyüşler yaptığınızda, bu isimlerin sadece Panthéon’da yatmadığını görürsünüz. Bu kişiler Paris’in her köşesinde yaşarlar, yaşatılırlar. Sokak isimleriyle, heykelleriyle, kitaplarıyla… Aslında bu durum Fransızların tarihiyle süreklilikleri olan bir toplum olduklarına da işaret eder. Eskiyi bugünlerine taşırlar, eskiyi biriktirirler, muhafaza ederler ve yaşatırlar. Onun için Zola, Balzac ya da Soufflot hiçbir zaman ölmez.
Panthéon’dan bu düşüncelerle çıktığınızda dinlenmek için uğrayabileceğiniz en uygun yer Luxembourg Parkı’dır. Pazar günleri çeşitli grupların konserlerini dinleyebileceğiniz, içinde senatonun da bulunduğu bu park Paris’te bulunduğunuz günler boyunca belki de kaç defa geldiğinizi hatırlamayacak kadar çok uğradığınız, düşüncelerinizi dinlendireceğiniz bir yer olmalıdır sizin için...

Bu ana Paris bölgesinden sonra ikinci olarak gezebileceğiniz kısım Paris’in sağ kıyısı Châtelet ve çevresi olabilir. Châtelet meydanındaki sütun hemen dikkatinizi çekecektir. Sütun 1808 yılında Napolyon’un zaferleri adına dikilmiş, palmiye yapraklı dekorasyonundan dolayı Palmiye çeşmesi adını almış.

Meydanda karşılıklı duran iki büyük yapı Châtelet Tiyatrosu’dur. Önemli bale, opera, klasik müzik konserleri burada yapılır. Châtelet Meydanı’ndan merdivenlerle Seine Nehri’ne doğru indiğinizde ise bambaşka bir dünyaya girebilirsiniz. Şezlongları, kumsalı ile Paris Plajı... Plaj dünyanın hiçbir plajında göremeyeceğiniz eski saray Cociergerie, Eiffel Kulesi gibi manzaralarıyla oldukça etkileyici ve rahatlatıcı... Özellikle gece Paris’i buradan izlemek tıpkı masal içinde olmak gibi bir şey...

Önce utanç, ardından Paris sembolü: Eiffel

Eiffel Kulesi birçoklarına göre bir demir yığını olarak 1889 yılında tamamlandığında neredeyse Paris’in utanç sembolü olarak görülmüş. Hatta dönemin ünlü simaları Eiffel’in görülmediği tek yer Eiffel’in kendisi olduğu için Eiffel’de yemeklerini yemişler. Oysa ki, bugün Eiffel, Paris’in sembolü durumunda.

Paris’e gittiğinizde bir geceyi özel olarak Eiffel’e ayırmanız gerekir. Trocadero’da metrodan indikten sonra hemen karşınızda duran Eiffel’e, Sen Nehri’ni geçip ulaştığınızda, arkasındaki askeri okula kadar uzanan Champs de Mars’da yeşillikler üzerinde kendinize bir yer ayarlayın ve çimlere uzanın. Saat 10’u bekleyin. Eiffel her saat başı 5–10 dakika ışıl ışıl yanıyor. Saat 11’de hâlâ orada olun ve sanki arka bahçenizde, sadece sizin için yanan dev gece lambasını tıpkı bir masaldaymış gibi seyredin. İnanın bu seyir o kadar hoş ki, bunu Paris gezinizde birkaç kere mutlaka yapmak isteyeceksiniz.
Paris'in en çok ziyaret edilen yerlerinden birisi olan Louvre Müzesi, dünyanın da en büyük ve ünlü müzelerinden. Önceleri kraliyete ait olan bu yapı, dünyanın en ünlü ve değerli sanat eserlerine de ev sahipliği yapıyor: Leonardo da Vinci'nin Mona Lisa'sı, The Virgin and Child with St. Anne, Madonna of the Rocks, Jacques Louis David'in Oath of the Horatii adlı eseri, Delacroix'nın Liberty Leading the People adlı eseri ve Alexandros of Antioch'un Venus de Milo'su bunlardan birkaçı.

Louvre Müzesi'ne metro yoluyla Palais Royal-Musée du Louvre istasyonundan ulaşılabilir. 1990'lara kadar ismi sadece Palais Royal olan durağın adı, müzenin yeni yapılan yerlerine ulaşan bir istasyon daha kurulması nedeniyle Palais Royal-Musée du Louvre olarak değiştirilmiş.

Fragonard, Rembrandt, Rubens, Titian, Poussin ve David gibi sanatçıların eserlerinin görülebileceği Louvre Müzesi'nde, Winged Victory of Samothrace ve Venus de Milo gibi çok iyi bilinen heykel koleksiyonları da bulunuyor. Baron Edmond de Rothschild'ın (1845- 1934) 40 binden fazla oyma resim, yaklaşık 3 bin çizim ve 500 resimli kitap içeren koleksiyonu 1935'te Louvre'a verilmiş. Bunların yanısıra Louvre'da arkeolojik, mimari ve tarihsel sergilere de yer veriliyor.

Orsay Müzesi, Paris'te Sen Nehri'nin sol yakasındaki eski tren garı Gare d'Orsay'ın içinde yer alıyor. 1848 – 1914 yılları arasına ait sanat eserlerine ev sahipliği yapan müzede o döneme ait resimler, heykeller, eşyalar ve fotoğrafların yanı sıra, Monet ve Renoir'ın başyapıtlarını içeren koleksiyonlar bulunuyor.

Paris kadar canlı ve hareketli bir şehir, siz daha farkına varmadan hakkındaki tüm klişeleri yıkıverir. Sol Yaka hala sanatçıların ve entelektüellerin meskenidir diyebilir miyiz? Hem evet, hem hayır... Academie Française, Sorbonne Üniversitesi ve seçkin yayınevleri hala burada bulunuyor olsa da, küçük sanat galerileri ve kitabevlerinin yerini büyük modaevleri almış.

Peki, ya Sağ Yaka hala burjuvazinin kalesi midir? Yine hem evet, hem hayır. En iyi oteller, lüks mağazalar ve alışveriş merkezleri, başbakanlık sarayının yakınındaki büyükelçiliklerle birlikte hala burada yer alıyor. Ama artık sanat galerileri de Sağ Yaka’daki yerlerini almışlar. Ayrıca, edebi çevrelerin sıkça uğradığı kafeler, eski Bastille bölgesi ile Beaubourg civarında mantar gibi çoğalmış.

Ama şu an Paris’te sanatın kalbi Montmartre ve Montparnasse’da atıyor desek yeridir. Bunlar, Paris’e gidince mutlak ve mutlak görmeniz gereken yerlerin başında geliyor.
Paris’in en önemli sembolleri olan köprüler, Sen nehrinin iki yakasını birbirine bağlarken hala aşıkların romantik buluşmalarına ev sahipliği yapıyor. Yani Paris, hala filmlerden öğrendiğimiz kırık kalplerin şehri; kimi zaman kırıp kalplerin onarıldığı ya da kalplerin kırıldığı hayali kendinden güzel şehir…

Öte yandan mükemmel toplu taşıma olanakları ve çok sayıdaki eczane, kafe, fırın ve marketiyle turistlerde geçici olsa da Parisli oldukları hissini bırakan, yaşaması kolay bir şehir izlenimi yaratıyor ama fiyatlara dikkat etmekte de yarar var. İnsanlar tam da fast food zincirleri yüzünden yerlerinden olan eski bistroları özlemeye başlamışken yeni nesil aşçılar geleneksel Fransız yemeklerine taze bir soluk getirerek restoranları yeniden canlandırmışlardır.

Paris’in çok pahalı bir şehir olduğunu söylemek çok zor değil ama şehirdeki en güzel şeylerden biri olan sokak hayatı ücretsiz. Eski Marais mahallesindeki ağaçlık meydanın karşısında bulunan St-Germain-des-Pres galerilerini ve sessiz arka sokaklardaki antikacıları dolaşabilir, eski ve seçkin Opera Garnier’nin yanında uzanan kalabalık bulvarda beş duyunuza mükemmel bir ziyafet çekebilirsiniz. Paris’in de göz zevkinizi okşayacak harika birçok farklı dekoru var: Arc de Triomphe’ın bugünkü kusursuz görünümünü yaratmak için 19. Yüzyılda özenle tasarlanmış geniş caddeler ve meydanlar, Pantheon ve Invalides’in kubbeleri ya da benzersiz Eiffel Kulesi… Görülmeye değer birçok yeni yapı arasında Louvre’daki muhteşem piramit, tartışmalara yol açan Centre Georges Pompidou ve Amerikan Kültür Merkezi’nin karşısında yer alan Bibliotheque Nationale yer alıyor.

Geceleri ışıldayan şehir

Gece bütün karanlığıyla gelip de gökyüzüne kurulduğunda daha da romantik oluyor bu şehir... Ona boşuna “ışıklar şehri” lakabını takmamışlar. Kafanızı nereye çevirip baksanız bir tablo çıkıyor karşınıza: Işıklar Şehri olarak da ünlenen Paris’te karanlık çöktükten sonra önemli eserleri aydınlatmak için bir servet harcanmış. Aslında şehir, bu ününü, nehrin ya da bal rengi taş bloklarının üzerinde oynaşan güneş ışığı sayesinde, gündüzleri sahip olduğu görünümüyle de hak ediyor. Bu kuzey şehrine garip bir şekilde hakim olan Akdeniz atmosferi hiç kaybolmuyor. Sen Nehri’nin titrek sularına sabahın gümüşi mavimsi ışığı vuruyor; öğleden sonra ise Place de la Concorde ile İle St-Louis üzerindeki göz alıcı malikâneler altın sarısı bir ışıltıya boyanıyor.

Champs-Elyseés üzerindeki bir teras kafeye oturduğunuzda, bir fincan kahveye ödeyeceğiniz parayı, dünyanın en güzel caddelerinden birindeki bir masada oturmanın karşılığı olarak verdiğinizi düşünün.

Yönünüzü şaşırmamak için Paris’i bir daire olarak düşünün. Sen Nehri, iki yanında dizilmiş olan Notre-Dame, Louvre, Place de la Concorde, Arc de Triomphe ve Eiffel Kulesi gibi ünlü yapılarla bu daireyi ortadan ikiye bölüyor. Sağ (kuzey) ve Sol Yaka, nehrin iki ortasındaki İle de la Cite ve İle St-Louis adaları üzerinden köprülerle birbirini bağlanıyor.

Paris büyüklüğüne rağmen kolay dolaşılabilen nadir şehirlerden... Son teknolojiyle yenilenen metro sistemi rahat, düzenli ve hızlı; biletler de oldukça ucuz. RER banliyö trenleri de Versailles ya da Disneyland gibi şehir dışında bulunan turistik yerlere kolayca ulaşmanızı sağlıyor. Trafiğin olanak verdiği ölçüde dakik olabilen otobüsler sayesinde şehri makul bir ücrete gezebilir, ama işe gidiş ve işten çıkış saatleri açısından İstanbul’u aratmayacak bir trafikle karşılaşabilirsiniz. Taksi ise Paris’teki en son tercihiniz olsun; hem trafik sorunu hem fahiş rakamlar başlıca nedenler…

Şehrin önemli yerlerine giden turistik otobüsler de Paris seyahati için ideal. Ama Paris’i yaşamak için en ideal yol; hiç kuşkusuz ki yürümek…

BUNLAR AKLINIZDA OLSUN…

Paris 20’ye numaralandırılmış bölgelere (arrondissement) ayrılmış durumda. Numaralar Louvre’dan başlayarak dışarıya doğru spiral şeklinde artıyor.

Sen Nehri’nde tekne gezisi, şehri tanımanın en iyi yollarından biri ama bizdeki Boğaz turu yapan tekne fiyatları ve gezileri sizi yanıltmasın. Fiyatlar son derece yüksek. Bu teknelerde birkaç dilde tanıtım yapan rehber mevcut ve bu geziler yaklaşık 60–75 dakika sürüyor.

Paris’in merkezi çok küçük ve otellerin çoğu turistik yerlerin yakınlarda bulunuyor. Bu durumda zaman sorununuz yoksa gezmenin en iyi yolu, daha önce de söylediğim gibi yürümek...

Rahat bir ayakkabı ile büyük alışveriş merkezleri ve otellerden temin edebileceğiniz bir haritaya kesinlikle ihtiyacınız olacaktır.

Metro istasyonlardan da, bulundukları semtin haritalarını inceleyebilirsiniz.

Gün geçtikçe, Les Halles ve Beaubourg gibi turistik yerlerin yanı sıra daha fazla cadde ve sokak trafiğe kapatılıyor.

 

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)