Gürbüz Doğan Ekşioğlu: “Tüketim çağı yetenekleri köreltiyor”

Eserlerinizi kimileri karikatür, kimileri resim, kimileri ise illüstrasyon olarak tanımlıyor. Peki siz nasıl adlandırıyorsunuz yaptığınız işi?

Bu soruyu daha önce de birçok kez duydum. Aslında benim ürettiğim eserlerin kesin bir tanımı yok. Çünkü hepsi nerede olduğuna ve kimin baktığına göre ayrı bir isim alabiliyor. Hatta öyle bir zaman geliyor ki, aynı eserim bir resim galerisinde sergilenip, bir karikatür ekinde yayınlanıp, illüstrasyon alanında ödüle layık görülebiliyor. Demek istediğim, bir eserin nasıl tanımlanacağı ile ilgili asıl belirleyici unsur onun kullanım alanı oluyor. Ama şunu da söylemeliyim ki eserlerimdeki bu kayganlık benim bilinçli olarak oluşturduğum bir tarz…

Eğer siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz derseniz, o zaman yanıtım aldığım eğitimden ötürü “grafik sanatçısı” olacaktır. Bunun yanı sıra şunu da çok iyi biliyorum ki, resimsel öğeler olmasaydı yaptığım işler asla bu kadar etkileyici olmayacaktı. Çünkü resmin kendine özgü bir iş dili vardır. Renkler, kadraj, doku, kompozisyon anlayışı gibi kavramlar bir resmin dilini oluştururlar. Bunlar grafikte de vardır ama resim gibi insanı etkilemez. Grafik işine resimsel etkiyi dahil ettiğiniz zaman, işin zenginliği daha da güçleniyor.


KİLOMETRE TAŞLARI

* 1954 yılında Ordu’nun Mesudiye ilçesinde doğdu.
* Lise öğreniminin ardından Erzurum Atatürk Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nü kazandım. Fakat iki senenin ardından okulu yarıda bırakarak İstanbul’a güzel sanatlar öğrenimi görmeye geldi.
* Şimdiki adı Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olan, o zamanki Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda grafik bölümünde aldığı eğitimin ardından aynı kurumda öğretim görevlisi olarak kalmayı seçti ve bu görevine halen devam ediyor.

* 1977 yılından beri karikatür ile de ilgileniyor.
* Bugüne kadar yirmi üçü uluslararası olmak üzere toplam altmış dört ödül kazandı. Ulusal ve uluslararası birçok karma ve kişisel sergide yer aldı.

Türkiye’deki çalışmalarınızın yanı sıra yurt dışında da başarılar elde ettiniz. Ülke dışına açılma fikri nasıl ortaya çıktı?

Üniversite yıllarıma kadar öğrencilik hayatımı Anadolu’da geçirdikten sonra İstanbul’a geldim. Bu sırada bir takım yarışmalara katılmaya başladım. Katıldığım yarışmalar beni bir temanın üzerine nasıl gidebileceğim konusunda oldukça geliştirdi ve iki buçuk senede toplam on üç ödül aldım.

1983 yılında Türkiye’de başlayan, o zamanlar adı “Sedat Simavi Karikatür Yarışması” olan, şu anda “Aydın Doğan Vakfı Uluslararası Karikatür Yarışması” olarak devam eden yarışmada ard arda altı kez ödül aldım. O yarışmanın bir özelliği de on kişiden oluşan jürinin yarısının Türk, yarısının yabancı sanat çevrelerinden geliyor olmasıdır. Yurt dışından gelen jüri üyeleri işlerimi gördükten sonra, yurt dışında mutlaka şansımı denemem gerektiğini söylediler. O dönemde ne yurt dışında tanıdığım biri, ne bunu gerçekleştirebilmek için yeterli ekonomik gücüm ne de yabancı dilim vardı.

Bu konunun üzerine düşünürken, grafik tasarımı işinin dünyadaki en önemli temsilcilerinden Milton Glaser benim işlerimi görerek bana övgü dolu bir mektup yazdı ve yurt dışında da kesinlikle başarılı olabileceğimi söyledi. Bunun üzerine bir şekilde Amerika’nın yolunu tuttum. Yaptığım görüşmelerin ertesinde 1925 yılından beri yayınlanan Amerika’nın en önemli haftalık dergisi New Yorker için kapak hazırlamam yönündeki teklif geldi. Hatta aynı dönem benden Amerika’ya yerleşmemi ve çalışmalarımı oradan devam ettirmemi istediler, fakat ben burada yaşamayı tercih ettim. O günden bu güne de ortak çalışmalarımız Türkiye – ABD hattında devam ediyor.

New Yorker dergisi için toplam beş, Forbes için bir tane kapak çalışması hazırladım. Hazırladığım iki kapak da şu an yayınlanmak için bekliyor. Bunun yanı sıra New York Times ve Atlantic Montly’de karikatürlerim yayınlandı.

“Yaratıcılık” iş dünyasının da gündeminden düşmeyen bir kavram. Size göre yaratıcılık nedir? Sonradan geliştirilmesi mümkün müdür?

“Sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur” diye bir söz vardır ya; ben ona tamamen katılıyorum. Evet, sanatın içinde bile bir takım formüller vardır. Hiç resim yapmayan bir insana iyi malzemeler ve iyi bir eğitmen ile bazı teknikleri öğretmeniz mümkün olabilir. Fakat sanatın asıl işlevi ortaya güzel bir görüntü çıkarmak değil, bir duyguyu iletebilmektir.

Kişide sanatçı ruh yoksa ne kadar teknik bilgisi olursa olsun o duyguyu iletemez. Duygu yoğunluğu dediğim şey, sanatçının genetik şifresinde olan bir şeydir. Ben iki yıl İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde okudum. Eğer orada devam etseydim sanat konusundaki duyarlılığım kesinlikle bu derece gelişemeyecekti.

Nasıl ki bir çocuğun kişiliği, içinde yetiştiği aile ortamı ile doğru orantılı ise, meslekler de insanların duygu birikimini bir şekilde besliyor. Eğer ben İstanbul’a gelip güzel sanatlar eğitimi almasaydım, bu konuda yapılmış örnekleri görmeseydim belki aynı insan olacaktım ama duygularımı ortaya koyuş biçimim çok daha farklı bir biçimde gelişecekti.

Sanatsal çalışmalarınız ile profesyonel çalışmalarınızı ortaya koyma aşamasında ne gibi farklılıklar yaşıyorsunuz?

Bana verilmiş belli bir konu olmadığı zaman kendimi çok daha rahat hissettiğim bir gerçek... Çünkü en güzel fikirler aklıma hep en rahat, en sakin olduğum zamanlarda gelmiştir. Zaten eskiz defterimi her zaman yanımda bulundururum.

Tabii ki bu, profesyonel anlamda yaptığım çalışmalarımın yaratıcılığımı tamamen öldürdüğü anlamına gelmiyor. Örneğin New Yorker Dergisi’nin 11 Eylül saldırısı için hazırladığım kapağı derginin bugüne kadar yapılmış en başarılı kapaklarından biri olarak görülür. Kitabımda da yer alan eserlerin yüzde doksanı sipariş verilmeyen konulardan oluşuyor.

Eserlerinizi ortaya çıkarırken, iletmek istediğiniz belli bir duygu ya da mesaj oluyor mu?

Biz büyükler ne yazık ki zamanla hayal kurma yeteneğimizi kaybediyoruz. Sanırım çocukken kurduğumuzun hayallerin gençlik yıllarımızda gerçekleşmemesi bizi zamanla köreltiyor. Dolayısı ile hayal kurma yeteneği erozyona uğramakta olan bizim kuşağımıza yeni bir alternatif sunmak istiyorum. Amacım bazen bir şeyler anlatmak ya da bir mesaj vermek olabiliyor.

Sanatçı kimliğinizin yanında bir de eğitimci kimliğiniz var. Öğrencileriniz ile olan ilişkileriniz sanatçı yönünüzü nasıl besliyor? “Teknoloji çocukları”nın sanata bakış açısı ile sizin kuşağınız arasında ne gibi farkları var?

Öğrencilerimle çok fazla yaptırım koymadan diyalog kurmaya çalışıyorum. Onlarla olan diyaloğumda farkında olmadan birbirimizi beslediğimizi hissediyorum. Bazen çocuklara bakıyorum da hepsi insan olarak pırıl pırıllar. Çok güzel şeyleri hak ediyorlar fakat maalesef düzen onları hazırcılığa alıştırıyor.

Gelişmemiş ülkelerdeki bireyler her işi kendi başına yapmak zorunda kalır. İş yaptıkça gelişirsiniz. Ben çocukluğum boyunca kendi oyuncağımı kendim yaptım. Hiçbir zaman hazır bir oyuncak sahibi olmadım. Hazır olan hiçbir şey yeteneği geliştirmiyor. Tüketim çağı gençlerin de becerisini köreltiyor. Bu sebeple giderek kendi başlarına ayakta duramayan, zayıf bireyler ortaya çıkıyor. Gençlere baktığım zaman bir kısmının hayatın çok içerisinde, bir kısmının ise çok dışında olduğunu görüyorum. Bu uçurumun giderek büyümesi ise endişe verici…

Peki, teknoloji sizin işinizin neresinde yer alıyor?

Biz kendimizi teknolojinin oldukça dışında geliştirdik. Hayatımın yüzde altmışında teknolojiye ihtiyacım olmuyor. Şimdiki kuşak yüzde 100 teknolojiye bağımlı. Son sınıfa gelen ve kalem kağıdın ne olduğunu bilmeyen bir gençlik yetişiyor. El emeğinin kıymeti giderek artacaktır.

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)