Atatürk ve Liderlik


Mustafa Kemal’in sadece çok iyi bir asker olmakla kalmadığı, devlet adamlığı görevinde de hayli önemli sınavlar verdiği gerek 1923-1938 arası uygulanan ekonomik kalkınma programları gerekse Türkiye Cumhuriyeti’ne hükmü şahsiyetini veren ilkelerin tutarlılığında kendisini gösterir. Ankara’da yılın belirli zamanlarında ziyarete açılan ve 4 bin eserden oluşan kitaplığına bakılırsa Atatürk’ün pozitivizm, Fransız İhtilali ve özgürlük düşkünü Türk yazarlardan etkilendiği söylenebilir. Mustafa Kemal’in kitapları altını çizerek okuduğu ve en fazla Rousseau’nun fikirlerine odaklandığı bilinmektedir. O, Rousseau’nun yanı sıra milli egemenlik, Cumhuriyet’in erdemleri ve Aydınlanma döneminde tartışılan kavramlara da ilgi duyuyordu. Etkilendiği Türk yazarların hayalcilikleri ve soyutlamalarının dışına çıkabilen Mustafa Kemal, “özgürlük, adalet, eşitlik” isteyip de bu kavramların gerçek anlamları ve toplumsal yayılımı hakkında somut fikir sahibi olamayan İbrahim Şinasi Efendi, Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi yazarların yanılgısına sürüklenmemiş, peşine düştüğü kavramların gerçek anlamlarının, sonuçlarının somut anlamlarına inmeyi başarmıştır. Sırf bu özelliği bile Mustafa Kemal’in liderlik dehasının yetkinliğine ilişkin somut bir örnek oluşturmaktadır.

Atatürk’ün liderlik sırları

Liderlik kavramı siyaset sosyolojisinin yakından ilgilendiği bir kavramdır. Değişik lider tipleri olabileceği gibi, liderlerin kendilerini içlerinde yaşadıkları topluma kabul ettirebilmeleri açısından uygulayacakları farklı metotlardan da söz edilebilir. Örneğin Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında Mustafa Kemal’in güttüğü strateji hedefe varabilmek uğruna bazı nihai amaçların son kerteye değin saklı tutulması gerektiği yönündeydi. Zira o günün siyasal şartları ve başarının yolu neyi ne zaman söylemeyi bilmekle doğru orantılıydı. Toplumun doğru zamanda doğru hedefe yönlendirilmesi sonuç alabilmenin ilk kuralıydı:

Ulusa kimlik kazandırma:

“Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlar kimler olurlarsa olsun, onlara bütün ulusça silahlı olarak karşı çıkmak ve onlarla savaşmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gerekliliklerini ve zorunluluklarını ilk gününde açıklamak ve söylemek, elbette yerinde olmazdı. Uygulamayı bir takım evrelere ayırmak ve olaylardan yararlanarak ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak 9 yılda yaptıklarımız bir mantık dizisiyle düşünülürse, ilk günden bugüne dek izlediğimiz genel gidişin, ilk kararın çizdiği çizgiden ve yöneldiği amaçtan hiç ayrılmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır.”

Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla tamamlanmasının ardından Ankara hükümetinin iç ve dış dengeler itibariyle iyiden iyiye tanınır kılınması, yeni hükümetin devletin idare şekli bakımından bir misyon belirlemesi gereğini de peşisıra getirmekteydi. Mustafa Kemal ve yakın çalışma arkadaşlarının aldıkları Avrupa tarzı eğitimin de tesiriyle, belirledikleri yönetim şekli bir millet esasından güç bulan “Cumhuriyet”ti. Yeni Türk devleti Osmanlı’nın tersine Türk nüfus yapısı ağırlıklı bir yapıya sahipti. Eldeki nüfus yapısı devletin bir “ulus-devlet” çatısı altında şekillenmesini gerekli kılıyordu. Ne var ki, ortadaki en ciddi sorun Anadolu’da verili bir ulusun henüz oluşturulamamış olmasıydı. Evet Türkler tarihin çok eski dönemleriden bu yana ulus-devlet şekline yakın örgütlenmeler kurmuş ve ulus bilincine sahip bir tebaya ulaşmışlardı ancak 6 asırlık Osmanlı yönetimi bilinçli olarak ulus fikrini rafa kaldırarak toplumu bir ümmet bilincine taşımışlardı.

Kısacası Mustafa Kemal ve arkadaşlarına düşen ödev bir yandan ümmet bilincini tekrar ulus inancına çekmek diğer yandan da vakit yitirmeksizin “ulus-devletin” felsefi dayanaklarını toplumsal yapıya zerketmekti. Böylelikle Kemalist Devrim’in de izleyeceği çizgi belirlenmiş gibiydi. Yönetici elitler tepeden aşağıya bir yapılanmayla, ulus-devleti kuracak ve çeşitli grupların yardımıyla ulus-devletin tabiliği halka coşkuyla benimsetilecekti.
Mustafa Kemal yapıcı bir kişiliğe sahipti.

“Kuldan yurttaş”a:

Yeni CHP yönetiminin ilk icraatı “ulus-devlet” projesinin hızla somuta indirgenmesine yaradı. O güne kadar “yurttaş” olmakla yeni ulus-devletin bağlısı “birnevi devlet kulu” olmak arasında sıkışan halka, resmi “rıza” ve “özerklik” hakkı tanınıyordu. Evet, 28 Mayıs 1928 Yeni Vatandaşlık Kanunu’nun benimsendiği gündü. Bugünden itibaren Kemalist Devrim sözcülerinin ağızlarından alınan bilgiler devletin açık kelamı olarak yayınlanıyordu. Vatandaşlık Kanunu, Cumhuriyet tebaasını birer “yurttaş” saymakla kalmıyor, yurttaşlarına kimi özerklikler bağışlayarak, kendisini yurttaşlarının “rızası”na da sunuyordu. Sonunda düğmeye basılmış ve “ulus-devletin” yurttaşlarına hangi sınırlar dahilinde yaşayabilecekleri gösterilir hale gelmişti.

Aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün liderlik sırlarının anlaşılabilmesi için çok daha erken örneklere başvurulabilir. Zira, O; İttihat ve Terakki içinde pek fazla sivrilmediği dönemlerde bile yüksek ülküler peşinde koşmaktan geri duracak bir kişi değildi. Nitekim durmuyordu da. Askerlik yılları sırasında iyiden iyiye gelenek haline getirdiği akşam sofralarında sıkça arkadaşlarıyla tartışmaya girişir, ülke sorunları hakkında fikir yürütür ve İttihat Terakki yönetimini eleştiri, bu kadronun eninde sonunda başını sert kayaya vuracağını sezinlediğini söylerdi. Arkadaşları bazen ülkenin gidişatından endişeyle bahsederken, kendi kendilerine neden Türkiye’de de Batı’daki gibi büyük bir liderin çıkmadığını sorarlar, o genellikle sesiz kalırdı. Arkadaşları, “Biliyoruz sen şimdi ‘Neden ben çıkmayayım?’ diye düşünüyorsun” dediklerinde ise şu cevabı verirdi: “Evet neden bir Mustafa Kemal çıkmasın?” Bir Mustafa Kemal o gün değil ama ileriki yıllarda çıkacaktı.

Kendi çapının farkına varabilmek...

Büyük liderler kendilerini bilirler. Dünyayı tartabilen ve dönüştürebilen elbette ki, kendi büyüklüğünün, çapının farkındadır. Zaten kendi çapının, kudretinin farkında olmak bir lider açısından neredeyse “Olmazsa olmaz” bir özellik hatta gerekliliktir. O yüzden de büyük önderler, yeri gelmeden tevazu göstermezler. Tam tersine ne denli kudretli olduğunu ya da ne denli istikbal vaat ettiklerini hemen her fırsatta masaya getirmesini bilirler. Tıpkı Mustafa Kemal gibi. Atay, Atatürk’ün hayatını yazdığı Çankaya’da onun bu özelliğini çok net bir örnekle ortaya koyuyor:

“Daima sofrasının başında idi. Kendine alabildiğine güvendiği ve büyük sergüzeştler içinm ruh hazırlığı içinde bulunduğu görülür halde idi. Bir akşam sofrasındaki arkadaşlara makam dağıtırken Nuri (Conker) e:

‘-Seni de başvekil yapacağım’ der.
- O birader, beni başvekil yapmak için sen ne olacaksın?
- Seni başvekil yapabilecek adam.’

... Mustafa Kemal için içki, kadın, buluşma, eğlence, hepsi kafasından gönlünden bir türlü kopup ayrılmayan büyük kaygının ve bir şey yapmak, bir şey yapabilecek otoriteyi avucu içine almak hırsının gölgesi altında idi.”

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü 10 Kasım 1938’de kaybettik. Bize düşen şu anda onun devrimine ve bu devrimin kazanımlarına sahip çıkmak. Aslına bakılırsa, bugün ülkenin içinden geçtiği karanlık koşullarda siyasi yelpazenin dört bir yanına dağılmış yurttaşların hala, “Bir Mustafa Kemal’e ihtiyaç” var çığlıkları, O’nun ne denli büyük bir lider olduğunu kendiliğinden açığa çıkarmıyor mu?

A. Baran DURAL

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)