1721
Bu arada okuduğumuz bu saçmalık da ne diyebilirsiniz; bu satırları 280 sene sonra birileri okuyacak mı bilmiyorum, onun için çala kalem yazıyorum. İnanılmaz bir şey oldu, tıpkı film gibi. 2000 yılının Temmuz ayıydı yanılmıyorsam, hem tatil hem de ziyaret için İzmir Çeşme’de anneannemin köy evine gitmiştim. Anneannem yalnız yaşayan bir kadın, gittiğim gün çok mutlu olmuştu. Ben de şehrin hayhuy ve gürültüsünden kaçıp anneannemin o sakin yaşamının içine girmekten mutlu olmuştum. Pencereden dışarı baktığınızda uygarlıkla ilgili bir şey görmüyordunuz; telefon ve elektrik direkleri bile evin arkasından geçiyordu. Evden sadece taşlık bir yol ve ağaçlar görünüyordu. Akşamleyin birlikte yemek yerken, anneannemin tatlı hikayelerini dinliyordum. Bir ara Eşref diye birinden söz etti. Ermiş mi ne, öyle bir şey... O geldiğinde insanın her istediği olurmuş. Öylesine huzur bulmuştum ki içimden keşke dedim üç yüz yıl önce yaşasaydım da, 20. yüzyılın hayhuyuna bir daha geri dönmeseydim. Sabah horozun sesiyle uyandım. Anneannem kalkmış olmalıydı, açık pencereden kümesin kapısının açılıp kapandığını duydum. Mutfağa gittim, mutfak değişmiş gibiydi; mobilyalar filan aynıydı ama ne bileyim buzdolabı sanırım ortada yoktu. Sabah mahmurluğuyla sandalyeyi çekip kafamı masaya koydum ve anneannemi beklemeye başladım. Anneannem bana çok güzel tost yapardı, yine bana tost yapsın istiyordum. Anneannem elinde yumurtalarla mutfaktan içeri girdi. Yumurtaları yıkamak için lavaboya doğru yöneldi; masaya koyduğum başımı anneannemden yöne çevirince lavabonun orada musluğun olmadığını gördüm.
Anneannem bir kolu tutup, indirip kaldırmaya başladı. Merakla ayağa kalktım ve musluğun gidip, yerine su tulumbasının geldiğini gördüm. Ocak yoktu; onun olduğu yerde bir odun fırını duruyordu. Allah kimseyi böyle bir durumla karşılaştırmasın; hani öcüler kovalamıyordu ama birden korktum, buz kesildim, bütün tüylerim diken diken oldu. Neredeyse anneannemle hiçbir konuşmaya girmeden, köyün yolunu tuttum. Köy benim bildiğim köy değildi. Sanki birkaç yüzyıl öncesine ışınlanmıştım. Geceleyin 2000 yılında yatmış ve sabahleyin üç yüz yıl kadar öncesinde uyanmıştım.
Hiçbir şey Öğrenmemişim
Niyetim size geçmişten haber vermek veya burada neler yaptığımı anlatmak değil. Bu satırların 2000’lere çıkacağından, çıksa da bulunacağından, bulunsa da okunacağından, okunsa da ciddiye alınacağından emin değilim. 1980’lerde üniversite okumuş birisi olarak size söylemem gereken birkaç şey var; yirminci yüzyılın uygarlığının hiçbir önemi ve işlevi yok. Bildiğim bilgisayar programları, üniversitede okuduğum işletme yönetimi, lisede okuduğum matematik 1721’de hiçbir işe yaramıyor. 2000 yılında bir internet virtüö züydüm. Birçok web sitesi yapmıştım. Amerika’da MBA yaptıktan sonra iki yıl profesyonel çalışmıştım. İnanın, bütün bunların 1721’de hiçbir önemi yok. Hani kefenin cebi yok derler ya öbür tarafa hiçbir şey götüremiyorsun; insan zaman içinde seyahat edince de hiçbir bilgisini, hiçbir yere götüremiyor. Teknik bilgi birikimi, genel bir altyapı olmadan hiçbir işe yaramıyor. Öğrendiğimiz diller, bilgiler hiç ama hiçbir işe yaramıyor. 30 yaşıma kadar öğrendiğim hemen her şeyin koca bir hiç olduğunu anlamam için 1721 yılına dönmem gerekiyormuş.
Yeniden Keşif
Kendimi 1721 yılında bulunca iyice yalnız hissetmiştim ama buradaki insanlar için biraz sersemlemiş, deyim yerindeyse iki tahtam oynamış pozisyondaydım, onlara göre saçma sapan kelimeler kullanıyordum. Yapacak doğru düzgün bir işim olmadığından zamanla gözlem yaparak dili öğrendim. Köydeki insanlara fırsat buldukça yardım ediyorum. Beni sertifikalarım için değil, onlara yardımcı olduğum için önemsiyorlar, seviyorlar. 20. yüzyılda unuttuğum yardımseverliğin ne derece değerli olduğunu anladım.
Ben burada iki tahtam eksik gibi gezerken, anneannem hariç ilk başlarda herkes benden kaçmıştı. Anneannem tüm tuhaflıklarıma rağmen beni sevgisiyle kucaklıyordu. Bir de Ayşecik... 6 yaşında bir kız çocuğu hiçbir eleştirisi olmadan, köyün delisi sayılabilecek benimle oyunlarını paylaşıyordu. Onunla, 20. yüzyılda hiç öğrenemediğim duru sevgiyi keşfettim. Tanrım sanki gözlerim kör dolaşıyorken, gözlerimi açtın. 20. yüzyılda şehir uygarlığının hayhuyuna kendini kaptırmış insancıklar... İnsan, hayvanları kendinden hep aşağı görmüştür ama köy yaşamından izlediğim kadarıyla hayvanlar bizden çok daha uygarlar. Örneğin; savaşmıyorlar. Burada köyde, inekleri seyrederken bir inek grubunun, diğer bir inek grubuna hiç hücum ettiğini görmedim. Mesela düşünün çayırda bir grup inek, diğer grup ineğe sesleniyor: “Hey çekilin oradan! Burası bizim çayırımız!”
Kabus
1721’e taşıyabildiğim birkaç özelliğim azıcık sevgim, 2000’lerde yok olmaya yüz tutmuş merhamet, yardımlaşma duygum, merakım oldu. 2000’li yıllarda İstanbul’un şehir hayatının içinde bunlar eski moda şeyler gibi geliyordu. Elbette yaşamımda sevgiye de yer vardı. Ama açıkçası o bile sanırım yerini seksle değiştirmişti. Bir hayvan yavrusu gördüğümde içimde biraz sevgi uyanırdı ama hepsi o kadar. Bir kediye süt bile vermedim eski yaşamımda. Birisinin öldüğünü ya da hastalandığını duyduğumda “ya öyle mi, vah vah” derdim ama internette chat’ime ara vermezdim ya da akşam arkadaşlarla eğlenmeye gitmekten vazgeçmezdim. Üzüntülerim bile fast food kültürüne uymuştu. Çocukken otobüse bindiğimizde inşallah bir yaşlı çıkmaz diye dua eder, bakışlarıyla ben otururken rahatımı bozmasın isterdim... Hep kendime ve 20. yüzyıl uygarlığının ürünlerine odaklıydım. Hiç unutmuyorum; ayrıldığım nişanlımla, henüz nişanlıyken bir çamaşır makinesinin hangi modelini alacağımız üzerine kavga etmiştik. İnsan 1700’lere geri döndüğünde ne boş şeylerle zaman kaybettiğini daha iyi anlıyor. Bilgisayar bilgim, işletme uzmanlığım hiçbir işe yaramadığından gerçek değerlerle, dostluk sevgi yardımlaşma gibi değerlerle yaşamımı sürdürüyorum şimdi.
İlk zamanlar burası bana kabus gibi geliyordu; anladım ki 20. yüzyıl hiç uyanamadığımız bir kabusmuş...
Melih Arat