Stres ya da Trafik Canavarı


Amerikan Stres Enstitüsü (AIS) başkanı Dr. Paul Rosch, iş kaynaklı stres nedenlerinin küresel pazarda rekabetten, yeni teknolojiyi ve ekipmanı yakalamaya çalışmaktan, iş yerindeki sosyal yalıtılmaya kadar değişkenlik gösterdiğini söylüyor. Küçük hücrelerde oturup, bilgisayar üzerindeki yazışmalar haricinde birbirleriyle konuşmayan mavi yakalıların, bir yandan işlerini kaybetmekten korkan, diğer yandan sürekli açık tutmaları zorunlu olan cep telefonları yüzünden özel hayatı kalmayan çalışanların ağır stres taşıdığını belirtiyor.

İş yerinde stresin nedenleri üç grupta incelenebiliyor: işin niteliğine bağlı stres etmenleri, psikolojik ve bedensel etmenler. Yapılan işin karmaşıklığı, düzeyin getirdiği sorumluluk, işin yetiştirileceği tarihin yakınlığı, tekdüzeliğin yarattığı can sıkıntısı ve bezginlik, vardiyalı işçilerin ve sık seyahat edenlerin değişen beden ritmleri, işe gidip gelirken trafikte yaşanan her şey...

Kurum kültürü bile, süregelen bir stres unsuru olarak kendini gösteriyor. Yeni bir kurumda çalışmaya başlayanları bekleyen adaptasyon süreci bilinen bir faktördür, ama eğer dört yıldır çalıştığınız kurumda bir tek gün dahi iş saatinin bitiminde çıkmaya cesaret edemiyorsanız, stres artık kültürün bir parçası haline gelmiş demektir.

Stres yaratan koşullar ve bunlara maruz kalınması nedeniyle ortaya çıkan hastalıklar uzun listeler oluşturuyor. Yüksek tansiyon, migren, kas ve bel ağrıları, göğüs sıkışmaları, ülser, şeker hastalığı, alkol, sigara ve kafein bağımlılığı, uyku düzensizlikleri, duygusal hezeyanlar, hatta şiddet tırmanıyor iş yaşamındaki baskı nedeniyle.

Gallup’un yaptığı bir araştırmaya göre, iş yerindekilerin %80’i stres altında olduğunu söylüyor, bunların yarısı yardıma ihtiyaç duyduğunu açıklıyor. Bunların %25’i iş baskısı nedeniyle çığlık atmak ya da bağırmak istiyor, %14’ü iş arkadaşlarına vurmak istiyor ve %10’u da işyerinden birinin şiddete başvurabileceğinden endişe duyuyor. Bunlara ek olarak ortaya konan çok ciddi bir başka sonuç daha var: Bugün ABD’de her hafta ortalama yirmi çalışan cinayete kurban gidiyor!

Yalnızca iş gözlüğü ile bakarsak, işe gelmeme nedeniyle kayıplar ve dikkatsizlik sonucu meydana gelen kazalardaki artışın; işi öğrenmiş elemanların ayrılması ya da işten çıkartılmasının, takım çalışmalarındaki uyumsuzluğun, motivasyonun ve dolayısıyla verimin düşmesinin mali portresi çok büyük. Yalnızca bu yüzden bile olsa bir şeyler yapılmalı. Kurumsal yaklaşımla bu zararların en aza indirgenmesi hedeflendiğinde insanların streslerinin bile “yönetilmesi” gerekiyor!

Oysa ben yalnızca iş gözlüğünden bakamıyorum insanlara. Ev gözlüğünden, aile merceğinden, bulutlardan bakıyorum. Kabusa dönüşen yaşamlardan; verilere indirgenen bireylerden, bizlerden söz ediyoruz. Yıllara yayılan çabadan, günlere işlenen emekten, anlara yazılan özveriden oluşan iş yaşamımızın yanı sıra, vazgeçtiğimiz hayallerimizden, yitirdiğimiz umutlarımızdan ve her gün yeniden baskıladığımız duygularımızdan oluşan bir yaşamımız daha var. Biz bunları birbirinden bütünüyle ayrı tutmaya çalışıyoruz: ekmeğin mayasını unundan ayırmaya çalışır gibi.

Stres yalnızca iş veya işyeri kaynaklı değil. Yaşadığımız her an çevresel koşullarımız ve bizim bu koşullarla ve kişilerle olan ilişkilerimiz değişim geçiriyor. Zihnimiz ise değişmek taraftarı olmayan, bir kez uyum sağladığı her şeye sımsıkı tutunan bir mekanizmayla çalıştığına göre, sürekli direnç gösteriyor ve yaşamımızın her alanında stres altında kalıyoruz. Üstelik yalnızca eş yitirme, boşanma, işini kaybetme gibi “kötü” olaylar nedeniyle ortaya çıkmıyor bu duygu. Holmes and Rahe’nin yaşam boyu yaşanan stres unsurları listesini incelediğimizde evlilik, doğum, tatil gibi “iyi” sıfatıyla tanımlanması olağan sayılan olaylar bile yoğun stres kaynağı. Bu listede evlilik, eşin ya da yakının ölümü, boşanma, hapse atılma ve bedensel hastalıktan sonra yedinci sırada yer alıyor, oysa işten atılma sekizinci sırada.

İşyerinde kendimizi uykusuz, yorgun, kırgın, öfkeli ya da çaresiz hissediyoruz. Kimi gün hastalanan çocuğumuzdan ayrılıp proje toplantısında çözüm üretmeye çalışıyoruz, kimi gün eşimizle manasız bir kavga edip, küskünlük ve pişmanlık içinde biniyoruz servis otobüsüne. Cinsel yaşamımızın monotonluğu, ürettiğimiz işe yansıyor. Ödemeyi unuttuğumuz bir faturanın faizine ve unutkanlığımıza bütün gün içimizden söylenip duruyor, bir hafta boyunca uyanık göremediğimiz çocuğumuzun okul masraflarını her gün yeniden hesaplıyoruz masamızda.

Akşam eve döndüğümüzde yorgunluk, bezginlik, bıkkınlık yayılmış oluyor içimize, eşimizin yaydığı ışığı fark edemiyoruz. Çocuğumuzla oyun oynamayı istediğimiz halde, işin tortusu ile kanepeye uzanıp herkesi susturuyoruz. Hata yapan iş arkadaşımıza karşı dilimizi ısırıyoruz, sonra hiç hak etmedikleri halde evdekileri haşlıyoruz. Acaba iş ortamındaki gerginlik veya kaygı yüzünden kaç aile dağılıyor? Kaç kişi trafik canavarına dönüşüyor?
İstatistikler ya da kurallar ne derse desin... İş yaşamında bir kaynak, ev yaşamında bir baba olarak görülen insan, aslında yalnızca “insan”. İş yaşamındaki ve yaşamın diğer alanlarındaki stres unsurlarının yarattığı yoğun olumsuz duyguları bastırıldıkça, ertelendikçe birbirini besliyor, depresyona ve fiziksel rahatsızlıklara neden oluyor. İnsanı bir bütün olarak ele almak; bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, çalışma ve aile yaşamıyla, hatta geçmişiyle ve geleceğiyle, değişen koşulların ürünü olan bir birey olarak tanımlamak gerekiyor. Rolleriyle değil. Bu nedenle çözüm önerilerinin bireysel olması ve bireyin kendisinin güçlenmesini sağlaması bence çok önemli.

Öte yandan, çalışanları stres kaynaklı rahatsızlıklar yüzünden işe gelemeyen ya da verimi düşen birçok organizasyon tedbir almaya başlamış durumda. İnsan Kaynakları yöneticileri, motivasyonu ve morali yükseltmeye yönelik programları uygulamaya koyuyor. Tatil, para ödülü, iyi otomobil gibi eski güdüleyicilerin yanı sıra, şimdi eğitim müdürleri ile baş başa verip yeni eğitimler, motivasyonel konuşmacılar tarafından verilen seminerler, eğlenceli aktiviteler ayarlıyorlar. Çoğunlukla “takım çalışması” teması ön planda olan bu hizmetleri sunan bir sektör ülkemizde bile oluştu.

Kanımca bu çok iyi niyetli bir yaklaşım ve kurum yöneticilerinin bütçe ayırmaları konuya ciddiyetle baktıklarının kanıtı. Yalnızca çözüm önerilerini incelediğimizde bir kaç soru sormak geliyor içimden:

1. Uygulanan program bireyin kendisine özel stresinin çözümüne yönelik mi?
2. Kendi başına her istediğinde uygulayabilir mi?
3. Uzun vadeli, kalıcı bir çözüm yöntemi mi?
4. Stres unsurları devam etse de, bireyin olumsuz tepkilerini olumlu düşüncelere ve davranış biçimlerine dönüştürecek mi?

Şimdi diyeceksiniz ki, “Yok artık, herkese tam zamanlı bir psikoterapist tutalım bari!” Çözüm önerilerim o kadar abartılı değil tabii. Ben stresten kurtulmak isteyen kişilerin bireysel çabalarıyla buldukları ve denedikleri, sürekli uygulayıp sonucundan memnun kaldıkları yöntemlerden yola çıkarak, bunların kurumlar tarafından “seçmeli ders” gibi çalışanlara önerilmesinin daha etkili olacağını düşünüyorum.

Futbol oynamayı sevenleri tango dersi almaya zorlayamayacağınız gibi, İngilizcesini geliştirmek ya da resim yapmak isteyenleri “paintball” atmaya zorlayamazsınız. Kurum yönetiminin bütçesinden para ayırdığı motivasyon programı, zaman kaybı ya da mecburiyet olarak algılanan bir yöntem olmamalı, katılımcı en azından programa ilgi duymalı. Kabul ediyorum, zorla şirket aktivitesine götürülüp herkesten çok eğlenen kişi olunabilir, ama ben zaten bir seferlik bir aktiviteden değil, etkisi veya kullanımı süre giden yöntemlerden söz ediyorum.

Günümüzde eğitimleri yaygınlaşmaya başlanan bedensel gevşeme teknikleri, doğru soluma teknikleri, meditasyon, Reiki, EFT: Duygusal Özgürleşme Teknikleri, NLP: “Nöro-Dilbilimsel Programlama", kendi kendine hipnoz ve benzeri eğitimlere katılmak isteyenleri kurum belli oranda destekleyebilir. Bunların her biri yukarıda sorduğum dört soruya “Evet” diyen yöntemlerdir. Bir kez öğrenildiklerinde, her zaman ve her yerde kullanılabilen bu yöntemler, bireyin kendisinin güçlenmesini ve duygularını olumluya çevirmesini sağlar.

Bu yöntemlerin arasında nispeten yeni olan EFT: Duygusal Özgürleşme Teknikleri, olumsuz duygu ortaya çıktığı anda, bir kaç dakikada uygulanan ve bu duyguyu ortadan tamamen kaldıran bir yöntem. Örneğin çok kızdığınızda, üzüldüğünüzde, içerlediğinizde, ya da endişelendiğinizde parmak uçlarınızla bazı akupunktur noktalarınıza hafifçe vuruyorsunuz. Sisteminizde enerji blokajı oluşturmuş olan duygu dağılıyor, hemen sakinleşiyorsunuz. İşi zamanında yetiştirememek endişesi, sunum yapmadan önceki içsel telaş, aynı işi yapmaktan dolayı çektiğiniz can sıkıntısı, gerginlik ya da çocuğunuza karşı duyduğunuz suçluluk duygusu ortadan kolayca kalkıyor. İşinize rahatça devam etmeniz için çok kolay bir yöntem.

Bir günde öğrenilebilen bu yöntemi, kurumsal atelye çalışmaları yaparak takım çalışmasını güçlendirmek, performans artırmak, içsel motivasyon sağlamak, işe odaklanmayı kolaylaştırmak, hatta zaman yönetimi alanında kullanmak mümkün.
Özetle, stres kaynaklı maddi kayıpları en aza indirgemek için, stres yaratan fiziksel ve psikolojik unsurların en aza indirgenmesi hedeflenebilir, gerek bireysel gerek ekip olarak şirket çalışanları eğitilebilir. Uygulanan motivasyon programlarının güdüleyici etkisi rakamlara dönüştürülebilir.

Stres yaratan koşullar devam edecek, bu kesin. İnsan “değişime” açılmayı, ayak uydurmayı, “zor” olarak tanımladığı koşullara verdiği olumsuz tepkileri olumluya dönüştürmeyi becerebildiği oranda verimli olabilir.

Hevesle, istekle başladığınız, süreç içinde öğrenip daha iyisini ürettiğiniz, sonra da tamamladığınız işi başarı duygusuyla teslim ettiğiniz gün, işiniz mutluluk kaynağına dönüşmüş demektir. Bir de işyerinde kurduğunuz dostluklara günlük beş on kahkaha katabiliyorsanız...

Gülcan Arpacıoğlu
Reiki öğretmeni,
EFT: Duygusal Özgürleşme Teknikleri eğitmeni,
NLP Uygulayıcısı


Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)