Kariyer Yönetimimizde Şehzade Sendromu
Mehmet Erkan – İK Yöneticisi, Yazar
Hepimiz bir kariyer yolcuğundayız. Hepimizi yıllar sonra son durakta eli çantalı, sırtı ceketli bir kişi bekliyor. Hayalinizde gidin ve o kişinin omzuna dokunun, yüzü size döndüğünde gözlerinin içine baktığınızda, acaba o karşınızdaki kişi gerçekten siz misiniz? Yoksa yıllardır sizin siz olmanızı engelleyen, hep özendiğiniz şu yönetim gurusu CEO mu, yoksa şu harika İnsan Kaynakları duayeni mi ya da herkesin hayran olduğu süper girişimci iş insanı mı?
“Bir zamanlar içinde bulunduğumuz bu şehirde, hayatın en önemli sorununun insanın kendisi olabilmesi ya da olamaması olduğunu keşfetmiş bir şehzade yaşamıştı...” Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ının on altıncı bölümü bir şehzadenin hikayesini anlatıyordu bize, kitabın gizemli kahramanı Celal’in kaleminden...
Nedendir bilmiyorum, belki de algıda seçicilik, yıllar önce okuduğum bu kitapta en çok da şehzadenin hikayesi etkilemişti beni. Aradan geçen on yılı aşkın sürede de maun bir masada katibine sürekli yazdıran, yazdırarak ancak kendisi olabileceğine inanan şehzade Osman Celalettin Efendi hafızamdan silinmemişti.
Boş odalarda dolaşan şehzade, açık ofislerdeki yalnız çalışan...
İnsan Kaynakları’nda çalışmaya başlayınca da bu hikayeyi hep anımsamıştım. Neden asıl sorunun kendisi olması ya da olamaması olduğunu keşfetmiş bu şehzade, iki binli yıllarda bir İnsan Kaynakları uzmanını etkiliyordu?
Şehzade bir şey olmak istiyordu. Ama olmak istediği her şeyde aslında kendisi olamamak çıldırtıyordu onu. Mesela padişah olarak hayal ettiğinde kendini, tahta oturanın aslında Voltaire olduğunu anlıyordu. Rol model aldığı, etkilendiği kişi gibi düşünüp, onun gibi konuşuyordu. İnsanın kendisi olmasının önündeki en büyük engelin başka insanlar olduğunu düşünüyordu.
Biz okurlar için şehzadenin hikayesinin en acıklı yanı yalnızlığı ve bunalımıydı. Otuz çocuklu Sultan Abdülmecit Han’ın çocuğu olsa da yalnızdı, hayatı boyunca bir imparatorluğun tahtına oturmayı beklediği için stresliydi. Şehzade yirmi dokuz yaşında saraydan av kasrına taşınıyor ve öleceği zamana kadar da katibine kendini yazdırıyordu.
Bazıları “Mekanlar, dekorlar, karakterler ve olaylar farklı olsa da duygular aynıdır” der. İnsanın olduğu yerde; benzer acılar, sevinçler, benzer dramlar ya da komediler doğurur. Av kasrının boş odalarında dolaşan bir şehzadeyle, kocaman bir şirketin açık ofislerinde dolanan bir çalışanın yalnızlığı aynı değil midir? Ağabeylerinin delirmesi ya da öldürülmesiyle taht nöbetinde üçüncülüğe yükselen şehzadenin sevinciyle, direktörünün yedeği olduğunu öğrenen insancığın mutluluğu benzer değil midir? Büyük saraylarda ya da kocaman konaklarda psikolojik baskı altında yaşamaya mahkum edilen taht varisleri ile iş yerinde mobbinge maruz kalan insanların çektiği birbirinden çok da farklı mıdır?
Bu sorulara herkes kendi muhasebesine göre cevap verebilir. Ancak bu soruların ve cevapların sayısını çoğaltmak çekirdekte olanı görmemize mani olabilir. Çünkü hala her şeyin sebebine, insanın kendisi olamaması sorusuna bir cevap vermiş değiliz.
Kimiz, gerçekten kendimiz miyiz?
Şehzade padişah olduğunu hayal ettiğinde konuşan Voltaire idi. Peki bizim kariyer yolculuğumuzda on yıl, yirmi yıl sonra konuşan kim olacak, kim gibi oturup kim gibi kalkacağız, kimler gibi düşünüp aksiyon alacağız? İsterseniz çok da uzağa gitmeyelim. Peki ya bugün kimiz, gerçekten kendimiz miyiz? İsteklerimiz, hedef- lerimiz sahiden bize mi ait? Yoksa jenerik hayaller mi kuruyoruz? Ege’de açılacak o malum küçük restoran size de kendisini düşündürdü mü ya da bir arkadaşın kurduğu söylenen, dün yirmi kişilik bugün yirmi milyon dolarlık, Silikon vadisinden yatırım teşviki alan şirket?
Şehzade katibine yazdırıyordu. Yaşarken bir hikaye yazılıyordu aslında. Bu açıdan da bizim hikayemiz şehzadeninkinden çok farklı değil. Bizler de yaşayarak bir hikaye yazdırıyoruz görünmeyen katiplere. Birbirimizi işe alırken, terfi ettirirken, takdir ederken hep bu hikayelere göre karar veriyoruz. Başarı hikayesi ya da başarısızlık hikayeleri yazıyoruz ve mülakatlarda, kongrelerde bunları anlatıyoruz. Aslında bunun ne kadar farkındaysak da o kadar kendimiz oluyoruz.
Hepimiz bir kariyer yolcuğundayız. Hepimizi yıllar sonra son durakta eli çantalı, sırtı ceketli bir kişi bekliyor. Hayalinizde gidin ve o kişinin omzuna dokunun,
yüzü size döndüğünde gözlerinin içine baktığınızda, acaba o karşınızdaki kişi gerçekten siz misiniz? Yoksa yıllardır sizin siz olmanızı engelleyen, hep özendiğiniz şu yönetim gurusu CEO mu, yoksa şu harika İnsan Kaynakları duayeni mi ya da herkesin hayran olduğu süper girişimci iş insanı mı?
Hissettirmek ve ilham vermek...
Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu. Çalışma hayatında ise; hikayeyi yazanın, yazdıranın farkında olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu. Otuz kardeşli şehzade yalnızdı, belki de bu yalnızlığı bir şeyleri fark etmesine en büyük engeldi. Bugün biz otuz küsur kişilik departmanlarımızda birbirimizi yalnız mı bırakacağız? Birbirimize gerçeği hissettirmeyecek miyiz, doğru noktasında birbirimize ilham kaynağı olmayacak mıyız? Bakın gerçeği söylemek ya da doğruyu anlatmak demedim. Hissettirmek ve ilham vermek önemli olan...
Deneyimli bir İK’cı arkadaşım, bundan birkaç yıl önce “İnsan Kaynakları eşittir data olacak” demişti. Biz kendi alanımızla ilgili yorum yapmıştık ama aslında her şey data, büyük veri olmuştu. Pazarlama, İletişim, İnsan Kaynakları gibi kavramlarla matematik, analitik, big data kavramları aynı cümlelerde birleşmişti. Arkadaşım bugün yine datanın, analitiğin hakkını veriyor ama ekliyor: “İnsanlara ayna tutmak da aydınlanmaya vesile olmak da bence stratejik İnsan Kaynakları'nın bir parçası. Data ve duygunun farklı yüzlerden tepeye tırmanıp, belki de zirvede buluşması.”
Bu satırları yazarken düşündüm de elinizde tuttuğunuz dergi de yirmi üç yıldır bu aydınlanmaya hizmet ediyor. Onu okuyanların kendisi olabilmesi, bir şeylerin farkına varabilmesi için yazıyor. Tıpkı durmadan, usanmadan yazan, hayatı anlamlandıran bir katip gibi.
Data ve duygunun birleştiği zirvede, bu ikisini birleştirme şansına sahip, insanlara dokunma potansiyeli olan birileri daha var, o da İnsan Kaynakları profesyonelleri. Bugün bırakalım metrikleri, smart hedefleri, klişe performans ritüellerini. Ofislerimizin av kasırlarına, boş saraylara çevrilmemesi, modern insanın şehzade dramları yaşamaması için bir şeyler yapalım. Çalışma hayatımızın bir hikaye olduğunu, İnsan Kaynakları’nın da bu hikayenin kalbe en yakın yerinde durduğunu düşünmeye başlayalım.
Unvan arayan insanlara anlamı hatırlatmak
Çalışanlarımızın bir hedefi olduğunu biliyoruz, ifade ediliş şekilleri değişse de pek çok insan benzer arzuları taşıyor. Böyle bir denklemde bütün vazifemiz, örneğin kariyer yönetimi dediğimizde bu insanları ölçümleyip kategorize etmek midir? Ayırdığımız sınıflara göre bu kişileri terfi ettirmek ya da ettirmemek midir olay? Onları taht nöbetinde sıraya dizmek midir görevimiz? Ya da lalalık yapıp, onları belirli pozisyonlara hazırlamak mıdır?
Olabilir belki de vazifemiz budur. Ama vazifemizin bu olması, tüm sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz, üzerimizden tüm yükü attığımız anlamına gelir mi?
Unvan arayan insanlara anlamı hatırlatmak, koltuk amaçlayanlara hayattaki gerçek amacını sorgulatmak, bu hikayenin kahramanı olması gerekenleri figüranlık yapmamaları konusunda uyarmak ve belki daha niceleri...
İnsanların insanlara dokunacağı köprüleri nasıl kurabiliriz?
Bizlere ulusal uluslararası yarışmalarda ödül aldıracak, dünyanın en iyi İnsan Kaynakları uygulamalarına kafa patlatmaya yine devam edelim. Şirketimiz ve çalışanlarımız için en iyisini hayal edelim. Hepsine evet evet evet.
Ama arada bir de durup düşünelim, insanların insanlara dokunacağı köprüleri nasıl kurabiliriz, farkındalığı nasıl sağlayabiliriz, gelişim ve öğrenme odaklı sistemlerimizin sonuna aydınlanmayı nasıl koyabiliriz? Üstelik bunları hiçbir performans, prim, takdir kaygısı olmadan, sırf insanları sevmekten dolayı yapabilir miyiz?
Sevgi demişken, Orhan Pamuk ile başladık Yunus ile bitirelim. O sanırım bizim iki binli yıllarda keşfetmemiz lazım dediğimiz gerçeği çok önceden bilmiş: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır...”
HRdergi yirmi dört yaşında; yazan, okuyan, aydınlatan herkese ve her şeye nice yıllara.