İsterseniz kiloyla ölçelim!
Ingiltere ve İngiliz Milletler Topluluğu’nda “politeknik” denilen meslek fakültelerinde iki yıllık, üç yıllık ya da dört yıllık mesleki programlar vardır. Keza lisans üstü eğitimde de bir veya iki yıllık yüksek lisans programları mevcut. Eğitimi süreyle ölçmek o kadar kanıksanmıştır ki, gerek ülkemizde gerekse diğer ülkelerde derslerin uzunluğu da saatle ölçülür. Örneğin bir sömestir eğitim gerektiren dersin kredi - saat hesabı yapılır. Haftada görülen saat baz teşkil edilerek ondört haftalık bir sömestirin kaç kredi tutacağı saat hesabıyla yapılır. Tüm dünyada bu kadar yerleşmiş olan bu yöntem acaba ne kadar doğru? Gerçekten eğitimin ölçüsü süre mi olmalıdır? Mesela, küçük çocukların eğitimlerinin süreyle ilişkiliendirilmesi bence yanlış bir yaklaşım değil. Çünkü çok küçük yaşlardan itibaren, bir bireyin oluşumunda sadece edindiği bilgi değil, yaşadığı deneyimin de son derece büyük önemi var. Bir çocuk ana okulundan başlayarak ilk okulda, hatta orta öğretimde herşeyden önce toplum içinde yaşamayı öğreniyor. Elbette dersleri sindirmesi için ve belli bir bilgi düzeyine ulaşabilmesi için de belli bir süreye ihtiyacı olduğu kesin. Ama bir insanın şahsiyetinin oluşması, toplumsal bir birey olması, belli bir olgunluk kazanması konularını bir yana bırakırsak, eğitimin süre ile ölçülmesi giderek anlamsızlaşıyor. Özellikle yetişkinlerde, yani üniversite çağındaki bireylerde ya da fakülteyi tamamladıktan sonra gördüğü yüksek lisans/doktora eğitimlerinde, daha sonra da çalışma yaşamında gördüğü mesleki eğitimlerin, ya da formasyon eğitimlerinin süre ile ölçülmesinin tamamen yanlış olduğunu düşünüyorum.
Otuzbeş yılı aşan akademik kariyerimde çok çeşitli olaylarla karşılaştım. Mesela ülkemizde “af müessesesi” diye dünyada pek de eşi bulunmayan bir yöntem vardır. Tükiyede başarısızlık ya da tembellik de affedilebilir. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi’nde makina bölümünü yirmi senede tamamlamış olan öğrencilerim de oldu. Ama bunun tam tersine de şahit oldum. ABD’de Stanford üniversitesinde rastladığım bir öğretim üyesi liseyi onbeş yaşında tamamladıktan sonra, matematik fakültesini iki yılda, doktorayı da bir yılda tamamlayıp, onsekiz yaşında yardımcı doçent olmuştu (assistant professor). Keza Boğaziçi Üniversitesi’nde bir öğrencimiz (Hüsamettin Onanç) de üç yılda iki bölümü tamamlamıştır (Endüstri Mühendisliği ve Matematik). ama fakülte kuralları üç yılda lisans diploması vermeyi mümkün kılmadığı için biz bu öğrencimizi bir yıl daha üniversitede tutmak suretiyle dört yılı tamamlamasını sağlamış olduk!
Benzer bir deneyimi kendim de yaşadığımı söyleyebilirim. Doktora yapmak için gittiğim Londra Üniversitesi’nde doktoranın gerektirdiği asgari süre üç yıl olarak belirlenmişti. Ama ben bu üç yıllık süre içinde dört ayrı doktora konusu olabilecek araştırmayı tamamladım. (Bunlar dipol titreşimin teorisi; bir yeni transdüser teknolojisinin geliştirilmesi; türbülanslı akımda aero akustik ve türbin kanatlarında akışın ayrışımı).
Eğitimin süre ile ölçülmesinin anlamsızlığına dair pek çok örnek verebilirim. Bunlardan bir tanesi, öğrencilerin tipik dört yıllık bir lisans programının tamamlanması için ihtiyaç duydukları süre ile ilgilidir. Aşağıda grafiksel olarak gösterdiğim bu dağılımda öğrencilerin çoğunluğunun bu programı dört ya da beş yılda tamamladığı görülüyor. Ama programı üç yılda hatta iki yılda tamamlayan bir çok öğrenciye de rastlanıyor. Buna karşılık dört yıllık programı altı yılda, hatta yedi, sekiz ve dokuz yılda tamamlayan öğrencilere de rastlanıyor. Yani aynı program iki ila dokuz yıllık bir süre arasında tamamlayabilen farklı öğrencilere rastlanıyor. Burada belirleyici olan içerik değil öğrencilerin yetenekleri, tempoları ve elbette zeka düzeyleri.
Ama olaya başka bir açıdan da bakabiliriz. Tipik olarak bir sömestr boyunca alınan üç kredi-saatlik diye adlandırdığımız bir derste kapsanan bilgi miktarıyla bir kıyaslama yapacak olursak, ortalama üçyüz sayfalık bir ders kitabının kapsandığını görebiliriz. Ama, bazı hocaların, belli fakültelerde kapsadığı bilgi miktarı bunun çok üstünde olabilir. Nitekim, Boğaziçi Üniversitesinde tipik olarak üç kredi saatlik bir derste bir kaç yüz sayfalık bir ders kitabının yanı sıra, bir kaç yüz sayfayı bulan ek ödevlerin verilmesi, makalelerin okunması da sıkça görülür. Hatta bu miktar kimi öğretim üyesinin dersinde bin sayfayı bile bulabilir. Buna karşılık, otuz-kırk sayfalık el yazısı ders notlarıyla bir sömestirin geçiştirildiği durumlara da üniversitelerimizde sıkça rastlanmaktadır. Ekteki grafikten de kolayca anlaşılacağı gibi, aynı mahiyette olması gereken bir dersin bilgi içeriği son derece faklı olabiliyor.
Benzer dağılımları, öğrenmenin ya da eğitimin farklı alanlarında da görebiliriz. Mesela belli bir kitabı okuyup anlayarak bitirme süresi bir kişi için üç ya da dört gün olabileceği gibi, başka bir kimse için üç ya da dört hafta olabilir. Keza aynı materyali algılama ve öğrenme özelliği de kişiden kişiye çok değişen bir şeydir. Aynı dersi alan otuz kişilik bir sınıfta notların dağılımı tipik olarak aşağıdaki gibidir. Bir uçta kapsanan bilgilerin belki ancak %10unu ya da %20’sini öğrenen kişiler olduğu gibi, %80 ya da %90’ını öğrenen kimselere de rastlanır.
Son yıllarda eğitim teknolojisinde çok ciddi bir değişim yaşanıyor. Bu değişimin temelinde bilgisayar destekli eğitim ve özellikle son yıllarda internet tabanlı “e-learning” programları var. Bilindiği gibi, bu programlarda bireyler anlatılanı dinleyerek değil, bilgiyi kendi kendilerine ediniyorlar (self-learning). Böyle bir bireysel ortama geçildiğinde kişiler arasındaki farklar daha da belirgin hale geliyor. Belli bir süre içinde bir dersi topluca almak yerine, kişinin istediği zaman, istediği tempoda aynı bilgiyi edinmeye çalışması bu dağılımları şüphesiz daha da yaygınlaştırırıyor. Ama bunun ötesinde daha temel bir mesele de var: Eğitim süreyle mi ölçülmeli yoksa edinilen bilgiyle mi? Konuya bu açıdan yaklaşıldığında, eğitimi süreyle ölçmenin anlamsızlığı daha da net olarak ortaya çıkıyor.
Eğitimde amaç belli bir miktarda bilgiyi ve yaklaşımı öğrenmektir. Bu bilgileri edinirken geçirilen süre esas faktör değildir. Hele hele, internet tabanlı eğitimlerde sağlanan esneklik sayesinde aynı eğitimin çok daha kısa sürelerde tamamlandığını gördüğümüzden süre kriterinin kaldırılmasının önemi daha da net olarak ortaya çıkıyor. “The MBA Club” programı çerçevesinde derslerimizi almakta olan iki binin üzerindeki katılımcıdan edindiğimiz deneyimler bize aynı bilginin sınıf ortamına kıyasla, internette dört ya da beş kat daha kısa bir sürede edinilebildiğini gösterdi. Sınıf ortamındaki eğitimlerde herkesin aynı tempoya uyması gerekiyor. Bu elbette katılımcıların tümünün en yavaş süreye ayarlanması gibi bir zaman kaybını gerektiriyor. Kaldı ki, sözlü anlatımla, hocanın zaman zaman yavaşlayan temposunu, kimi zaman tahtaya bir şeyler yazmasını ya da herkesi pek fazla ilgilendirmeyen bazı sorularla kaybolan zamanları da düşünecek olursak bu hızlanmanın nedeni kolayca anlaşılabilir.
Öneri gayet açık: Günümüzde artık geçerli olan bilginin kendisidir, kişinin bu bilgiyi edinmek için ne kadar zaman harcadığı değil. Eski bir deyim vardır: “Ne kadar yaşadığın değil, ne kadar gördüğün önemlidir” diye. Kişinin birikiminin zamanla değil, kazanılan deneyimle ilgili olduğunu gösteren eski bir atasözü. Şu halde sormamız gereken soru ve ölçmemiz gereken kriter, bilginin miktarı ve niteliği ile ilgili olmalı.
Prof. Dr. İbrahim Kavrakoğlu - Kavrakoğlu Danışmanlık