İşten çıkarmayı rutin bir iş olarak gören İK’cı işten çıkarılırsa... Tatsız kararların elçisi İK’cının bu acı gerçekle yüzleşmesi!

 Kendisi de bir çalışan olan İK’cı için çalışanlardan birinin işine son vermek en nefret edilen görevlerden biridir. İşten çıkarılmak her zaman hayatımızın tatsız gerçeklerinden biridir. İnsan Kaynakları profesyonelleri de bu tatsız kararın elçisi olarak görülüyor. Fakat bazen bir çalışanın işine son verilmesi şirketin geri kalanının huzuru ve iyiliği için acil bir gereklilik haline gelebilir ve onu işten çıkarmak organizasyon için atılacak en iyi adımlardan biri anlamına da gelebilir. Hatta çalışanı işten çıkarmak kimi zaman ona karşı alabileceğiniz en “kibar” tavır bile olabilir. Bu yazıda ise madalyonun diğer yüzünü; işten çıkarılan bir İK profesyonelinin iş arama güncesini bulacaksınız.

İşten çıkarmalar konusunda bugüne kadar karşı karşıya kaldığım durumlara bakıldığında aslında benimki çok da sıra dışı bir durum sayılmazdı. Zaten olacakların sinyallerini birkaç aydır hissediyordum. Şirketin üst yönetimindeki değişiklikler ve bunun ardından gelecek sonuçlar şirketin her köşesinde açıkça olmasa da konuşuluyordu. Şirket yapısındaki küçülme ve birçok alanda yapılan dış kaynak araştırmaları işten çıkarılmaların giderek artacağı yönündeki en somut işaretlerdi.

Benim ekibim ise bu sürecin en başında geliyordu. Yüzlerce çalışana yapılacak duyurular ve danışmanlık sürecinde, yetkin ekibim ve ben başrolde oynuyorduk. Bu dönemde İnsan Kaynakları departmanı olarak “Hazır olalım! Sıra bize de geliyor” şakası ise en çok güldüklerimizden biriydi.

Derken bir cuma akşamı Kurumsal İnsan Kaynakları biriminden bir telefon aldım. Pazartesi günü için farklı toplantı odalarını rezerve etmemi, tüm toplantıları iptal ederek çalışanların tümünün yarımşar saatlik görüşmeler için ofis içinde olmasını sağlamamı istediler. Her şey öylesine güzel organize edilmişti ki hiçbir şeyin şansa bırakılması mümkün değildi. Hatta Pazartesi günkü aktivite ile ilgili tüm çalışanlara bir e-posta bile gönderilmişti.

Ve acı gerçek bu kez benim kapımı çalmıştı!

Bütün bir hafta sonunu kalp çarpıntısı ile geçirdim. Pazartesi günü neler olacağını az çok tahmin edebiliyordum. İçlerinde yirmi beş yıldan fazlasını bu şirkete verenlerin de bulunduğu bazı çalışanlar yarım saatlik toplantıların ertesinde işten çıkarılacaklardı. Kendi adıma ise oldukça rahattım. On iki yılımı bu şirkete vermiştim, önemli bir pozisyondaydım ve kalmayı kesinlikle hak ediyordum.

Beklenen gün gelmişti. Pazartesi sabahı rezerve ettiğim odalardan birinde İnsan Kaynakları’ndan Sorumlu Başkan Yardımcısı’nın ve çalışan ilişkileri bölümünden bir avukatın tam karşısındaydım. O sabahla ilgili her ayrıntıyı hatırlıyorum. Yüzlerindeki gergin ifadeyi, masanın etrafındaki hızlı tokalaşmaları… Derken gerçekle yavaş yavaş yüzleşmeye başladım.

Zaten biraz zaman geçtikten sonra birçok şeyin hayal ettiğimden çok daha zor olacağını anlamıştım. İşten ayrılma tarihim, bazı rakamları ve ödemeleri not almam için yanıma kâğıt kalem almamı tavsiye ettiler. Ben daha bir kelime bile etmeden şirket dışından bir danışman konuşmak için beni başka bir toplantı odasına çağırdı ve ardından defalarca “Şu an nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu.

Şunu çok iyi biliyordum ki aldığım eğitim ve yaşadığım deneyimler beni öfke nöbetleri, krizler, aşırı duygusal tepkiler ve gözyaşlarına karşı hazırlamıştı. Bu tepkilerden hiçbirini göstermiyor olmam ise onu endişelendiriyordu… Çünkü o an tek düşündüğüm bu odadan çıktıktan sonra ekibimdeki diğer insanlara ve aileme yapacağım açıklamalardı. Aynı gün içinde elimdeki işleri teslim ettim. Eve gitmek üzere yola çıktığımda ise hala içimden aileme söyleyeceğim kelimeleri seçmeye çalışıyordum.

Bordro bölümüyle yaptığım –ve hiç bitmeyecek hissi veren- son görüşmenin de ardından sanki zaman durmuş gibiydi. Gelecekte kariyerime ilişkin ne yapmak istediğimle ilgili en ufak bir düşüncem bile yoktu.

En yakın arkadaşlarıma ve komşularıma sürekli “kötü kaderim”den bahsediyordum.

Arkadaşım Ray’in haberi aldıktan sonra olanları bana sorduğu anı hiç unutamam. Yanıma geldi ve sadece “Ne oldu?” diye sordu. Ben de ona şirketin yeni İnsan Kaynakları politikasından bahsetmeye başladım. Ben yaklaşık üç dakika kadar konuştuktan sonra Ray tekrar “Sonuç olarak ne oldu?” diye sordu ve ben ona yeniden yapılanma süreci hakkında bilgi vermeye devam ettim! Derken beni durdurdu ve “Mike sen kovulmuşsun!” dedi. Yüzünü bana yaklaştırdı ve aynı şeyi tekrar söyledi. Daha cevap vermeme bile izin vermeden tekrar… Ardından ben de tekrarladım: “Ben gerçekten de kovulmuştum!”

Bu cümleyi kendime ve bana olan biteni soran herkese söylememi önerdi. Çünkü yapmam gereken ilk şey gerçeği kabullenmekti. Ancak böyle hayatıma kaldığım yerden devam edebilecektim. Çok haklıydı, kendisi de henüz 25 yaşında bir kimyagerken çalıştığı üç firmadan da ardı ardına kovulmuştu. Evet, belki bunlardan hiçbiri kişisel sebepler yüzünden gerçekleşmemişti fakat ortada gerçek olan bir şey varsa o da yaşanan acının tamamen “kişisel” olduğuydu.

Artık tüm olan biteni bir kenara bırakıp yeni bir başlangıç yapmamın vakti gelmişti. İşe ilk olarak yaşadığım eyaletin iş bulma kurumlarına kayıt yaptırdım. İşten ayrılmamın ikinci haftasında, kurumdan bir görüşme talebi geldi. Yanımda kimlik ve son çalıştığım şirkete ait bordro belgelerimi de getirmemi istemişlerdi.

Ben son derece kişisel ve benim yetkinliklerim üzerinden gidecek bir toplantı beklerken, tam 100 işsizin hazır bulunduğu iki saatlik karmakarışık bir toplantıyla karşılaştım. Bir görüşmeci ile yapılan mülakatın ardından bir form doldurmamız istendi, ardından bir tane daha ve bir tane daha… İş arama odası ise ikisinin çalışmadığı dört tane bilgisayar ve iki yazıcıdan ibaretti. İçerideki gürültü seviyesi ise duvarlara yeni gelen iş ilanları asıldıkça artıyordu. Anlayacağınız bulunduğum yer giderek daha çekilmez bir ortama dönüşüyordu.

Diğer yandan burası Amerika’daki farklılıkların gözlemlenmesi için ideal bir yerdi. Çünkü işsizlik kesinlikle dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı yapmıyor. Hayatın her alanından biriyle burada karşılaşmak mümkün… Mavi yakalılardan tutun, dönemsel elemanlara, öğrencilerden yöneticilere, engelli çalışanlardan mevsimlik işçilere kadar herkes buradaydı. Hatta aktör olmaya çalışan bir çift ile bile tanıştım. Hepimizin tek ortak tarafı ise bir işe duyduğumuz ihtiyaçtı.

İş bağlantıları işe yarar mı?

Bir bilgi ağı oluşturabilmek hiç de kitaplardan okuduğumuz kadar kolay değil(miş) aslında. Başlarken daha önce birlikte çalıştığım kişiler, yöneticiler, patronlar, hizmet sağlayıcılardan oluşan bir liste hazırladım kendime. Konuşmaya “Merhaba, görüşmeyeli nasılsın?” diye başlayacak, sonrada yavaş yavaş içinde bulunduğum durumdan bahsedecektim. Fakat ne yazık ki plan pek de benim öngördüğüm gibi işlemedi.

Anladım ki “bilgi ağı oluşturma” yolu sandığım kadar düz değilmiş. Hele bazı görüşmelerde karşılaştığım “Hadi bir an önce uzaklaş, beni de daha fazla rahatsız etme!” ses tonunu duymak oldukça ümit kırıcı olabiliyordu.

Yaptığım görüşmelerden bazılarının sonuçları doğrudan, bazıları ile dolaylı oluyordu. Demek istediğim, bazı arkadaşlarım bana doğrudan bir görüşme ya da telefon numarası verirken bazıları da uzun vadede işime yarayacak yeni kapılar açıyorlardı. Örneğin bir arkadaşım kariyer gelişimi ile ilgili kitaplar gönderirken, bir diğeri eğer istersem finansal destek verebileceğini söylüyordu.

İş görüşmeleri benim açımdan oldukça gelgitli geçiyordu.

100 özgeçmişi doğrudan e-posta ile, 50’sini ise kariyer siteleri aracılığıyla gönderdikten sonra yavaş yavaş görüşmelere çağrılmaya başladım. Üç haftalık zaman diliminde 24 telefon aldım. Bunun ardından da 12 yüz yüze görüşme ve işe alım uzmanları ile doğrudan yapılan 7 kişisel görüşme geldi. Tüm bu görüşmelerden sonra anladım ki artık şirketlerin insan kaynaklarına 70’li yıllarda doğan bir kuşak yön veriyordu. Tabii benim mülakatlarım da onlara daha çok İK’nın “eski günleri”ni anlatarak geçiyordu.

Bu yüzden ilk taktiğim anlattıklarımda hiçbir zaman çok uzaklara gitmemek oldu. Ne de olsa ben üç ya da dört İnsan Kaynakları profesyonelinin tek bir yazıcıyı paylaştığı ve 386Mhz bir bilgisayara sahip olduğu için çok mutlu hissettiği bir kuşaktan geliyordum.

Dördüncü ve beşinci aylar uzun bir sessizlik dönemi ile geçti. “Sükût altındır” sözünü kim söylemişse emin olun hiç işsiz kalmamış demektir.

Tabii bir de organizasyonların yaz aylarındaki durgunluğunun ve karar vericilerin yaz tatillerinin insafına kalmış durumdaydım. Buradan çıkarmam gereken tek ders ise sabırla beklemek zorunda olduğum gerçeğiydi. Sabrımın sınandığını hissediyordum. Fakat bu arada kendimi hiç olmadığım kadar verimsiz hissediyordum ve günler bir türlü geçmek bilmiyordu. Günde beş ya da altı saatimi kontaklarımı aramaya ve şirketlere e-posta göndermeye ayırıyordum.

Sessiz geçen her günün sonunda, firmaların beni unuttuğunu düşünmeye başlıyordum. Her Cuma akşamı telesekreterimdeki boş mesaj kutusuna baktıkça “Onlar seni aramıyorsa o halde sen onları ararsın” diye avutuyordum kendimi.

İşçi bulma kurumundaki danışman Haziran-Eylül ayları arasındaki dönemin iş aramak için en kötü dönem olduğunu söylemişti, evet. Fakat artık Kasım ayı gelmişti ve hala iyi giden bir şey yoktu. O zaman yılın en iyi zamanı hangisiydi? Yılın geri kalanı bu şekilde mi geçecekti?

İşsizlik canınıza tak ettiğinde...

İşsiz geçirdiğim altıncı ayın sonunda ilk ciddi sorunu yıllık check-up zamanında sağlık sigortası konusunda yaşadım. Yakın arkadaşlarımın yanında yaptığım dönemsel danışmanlık işler ile bu sorunu geçici olarak hallettiysem de bu durum artık iyiden iyiye canımı sıkmaya başlamıştı.

Derken sonunda büyük ve başarılı bir ilaç şirketinden iş görüşmesi teklifi geldi. Görüşme günü Temmuz ayının ortasındaydı ve sıcaklık yaklaşık 40 dereceydi. Ev ödevimi yaptım: Şirketi araştırdım, bana sorulabilecek her muhtemel soruya uygun bir yanıt hazırladım. Takım elbisemi ütülettim, kravatımı en düzgün şekilde bağladım… Evet, artık hazırdım.

Şirketle yaptığım yedi görüşmenin tümü de çok iyi geçti; en azından ben öyle düşündüm. Sonradan her nasılsa işe kabul edilmediğimi öğrendim.

İşsizlik, kariyerinizde alacağınız en önemli derstir!

Çalışma hayatım boyunca ilk kez böyle bir durumla karşılaşmıştım. Hiçbir gelirim yoktu ve çeşitli kaynaklardan elime geçen tüm paralar da hızla eriyordu. Sağlık Sigortası için yazdığım yüklü çeki hatırlıyorum da… Hazırlayıp kilise için hazırladığım çekle yan yana cüzdanıma koymuştum.

Pazar günü kilisede bağış tepsisi gezdirilirken çeki tabağa koyup koymama konusunda kendimle savaş verdiğimi hatırlıyorum. Ardından tanrıyla verdiğim savaşı bir kenara bıraktım, kazanan yine o olmuştu; çeki tabağa koydum.

Pazartesi günü aynı duyguyu sigorta için hazırladığım çeki servise postalarken yaşadım. Fakat aradan bir hafta geçmeden eşim vücudunda bir kitle fark etti, bir sonraki pazartesi ise ameliyat masasındaydı. Neyse ki ameliyatı iyi geçti. İşte o an anladım ki hayatta her şeyin kontrolünüz altında olduğunu sanmak aslında çok büyük bir hata ve hayatımızdaki en değerli şeylerin hiçbir zaman fiyat etiketi olmuyor ya da karşılığı çeklerle ödenmiyor. Bu arada unutmadan; aynı hafta şu anki işverenimle harika bir görüşme yaptık.

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)