Gerçek başarı için sevdiğiniz işlere odaklanın! Diğer işleri ise silin!
Marcus Buckingham, bir kitabında kişisel başarıya “yapmak istemediklerimizi yapmayarak”
ulaşabileceğimizi savunuyor ve şöyle diyor: “Yapmaktan zevk aldığınız ve başarılı olduğunuz şeylere odaklanın.
Bunların dışında kalanları ise acımasızca silip atabilirsiniz.” Bu tavsiye ilk bakışta çok doğru geliyor:
Rakamları seviyorsanız finansta çalışın, satışta değil. Ama yazarın bu tavsiyesi aynı zamanda çok radikal bir fikri yansıtıyor. Çünkü doğduğumuzdan beri bize zayıf yanlarımızı düzeltmemiz gerektiği öğretiliyor.
Matematikte zayıf olan bir öğrenciye, matematiğe daha çok çalışması gerektiği söyleniyor. “Matematiğe kafa yormayı bırak, başarılı olduğun derslere konsantre ol” denmiyor.
“Bir şeyi zor olduğu için bırakmamalısınız.” Bu geleneksel düşünüş kalıbına, Buckingham aslında bir başka bakış açısı ekliyor. Yazara göre başarı, sıkı çalışmayı ve yoğun çabayı, başarısızlıklarla yüzleşebilecek cesareti ve bunların üstesinden gelebilme gücünü gerektiriyor. Bu anlamda yazarın söylemeye çalıştığı şey aslında şu: “Kötü olduğunuz bir konuda çok çalışıp sonuçta sadece ortalama bir şey elde etmektense; iyi olduğunuz bir konu üzerinde sıkı çalışın, böylece çok güzel şeyler yaratabilirsiniz.”
Eskiden, zayıf yönlerimizi düzeltmeye çalışmamız gerçekten gerekiyordu. Çünkü seri üretim çağında her ürünün ‘aynı’ olması gerektiği gibi, her çalışanın da mümkün olduğu kadar ‘aynı’ olması önemliydi. Michel Foucault’un “Discipline and Punishment” adlı kitabında daha açık bir şekilde belirttiği gibi aslında bizler, kişileri kalıba uydurma olgusu ile üç yüz yıldır yaşıyoruz. Ancak günümüzde seri üretim yerini artık, müşteriye göre şekillenen üretime, yaratıcı çalışmaya ve değişime bırakıyor. Ve bu yeni dünya; ortalama şeylere değil de, gerçekten ‘iyi’ şeyleri yaratmaya büyük önem veriyor. Böyle olunca da bu yeni dünyada, önceden belirlenmiş rol ya da kalıplara “uyum sağlayacağım” diye uğraşmak yerine, bazı spesifik nişlerde ‘iyi’ olmak önem taşıyor.
Karşı karşıya kaldığımız mücadele aslında işimizin sürekli olarak değiştiği ve bu değişimlerin sıklıkla bizleri sevdiğimiz ve ‘iyi’ olduğumuz işleri yapmaktan alıkoymasıdır. İşte bu noktada sevmediğimiz işlerin neler olduğunu bilmek ve bunlardan uzaklaşmak çok önemli bir hale geliyor. Önemli çünkü, yalnızca gününüzün büyük bir bölümünü gerçekten sevdiğiniz ve mükemmeli yakalayabileceğiniz işlere vererek başarılı olabilirsiniz.
Aslında Buckingham, bu düşünceleri ile sadece kişisel başarının sırlarını bizlere aktarmıyor; yönetim sanatının da sırrını veriyor. Çünkü Buckingham, başarılı olarak nitelendirilen yöneticilerle yaptığı araştırmalar sonucunda, bu yöneticilerin, çalışanlarını diğerlerinden ayıran ya da ‘farklı’ kılan özelliklerin neler olduğuna dikkat ettiklerini ve bundan sonra da bu özellikleri kullanmaya çalıştıklarını gözlemlemiş. Buna göre; eğer bir satış temsilcisi, ürünü teşhir etmede başarılıyken, bir diğer çalışan da müşterilerle diyalog kurmada çok iyi ise, işte bu noktada başarılı yöneticiler, bu bireylerin yeteneklerini en doğru şekilde kullanmak üzere işi yeniden dizayn ediyor.
Bir diğer deyişle bu yöneticiler iş tanımlarına çalışanlarını uydurmak gibi bir çabaya girmeyerek, ‘kurumsal makinaları’nı daha verimli bir şekilde yürütecek hangi yeteneklere sahip olduklarına bakıp, bu yetenekleri şirket hedeflerine ulaşmada nasıl bir yol izleyerek kullanacaklarını planlıyorlar.
Dolayısıyla Buckingham’ın bu düşünceleri ve araştırma sonuçları; başarıya ulaşmak isteyen bireyler için olduğu kadar, ekiplerinden maksimum getiri almak isteyen yöneticiler için de anlamlı. Ama aynı zamanda çocuklarına izleyecekleri doğru yolu göstermek çabasında olan aileler için de bu düşünceler önem taşıyor. Benzer şekilde bu konu sadece Amerika için değil, Amerika’nın dışındaki insanlar için de önemli. Ama buna rağmen, Amerika’da gerçekleştirilen ve basına yansıyan araştırmalar, sadece yüzde 41’lik bir kesimin, “zayıflıkları düzeltmek yerine güçlü yanların geliştirilmesi daha iyi” görüşünde olduğu biliniyor. Ancak bu oran başka ülkelerde çok daha düşük durumda. Örneğin Kanada’da bu düşünceyi benimseyenlerin oranı sadece yüzde 38, Japonya ve Çin’de ise yüzde 34. Aslında bu yaşadığımız büyük bir düşünce değişimi. “İnsanları işe uydurmalıyız” düşüncesinden, “işi insanlarına uydurmalıyız” düşüncesine bir geçiş... Bizlere düşense; bu düşünceyi güçlendirmek, uygulamak ve etrafımızdakilerle paylaşmak olmalıdır.
David Creelman, İK Yönetimi alanında araştırma, yazı ve yorum çalışmaları yapan Creelman Research şirketinin CEO’sudur. Amerika, Japonya, Kanada ve Çin’de birçok akademisyen, danışman ve İK profesyoneli ile çalışmalarını sürdüren Creelman, seminerlere konuşmacı olarak da katılmaktadır.