“Dünyayı kendine mal edemezsen, bu dünyanın esiri olursun”


Biraz sizi tanıyabilir miyiz? Nasıl bir insansınız?

Bu zor bir soru; yani insanın kendini anlatması... Ben belirli ilkeleri olan bir insanım. Bu ilkeler doğrultusunda hareket ederim. Sabırlıyım. İnatçıyım. Herhangi bir şeyi çok ayrıntılı bir şekilde irdelemeden konuşmam. Her alanda tarihsel boyuta önem veririm. Bütün ayrıntılar benim için önemlidir. İlkelerime uyulduğunda kuzu gibi, uyulmazsa pençelerini çıkaran bir insanım. Dışardan iyi tanınmadığımı da biliyorum. Ama buna karşın ben hep bu ilkeler doğrultusunda yaşamaya devam ediyorum.

Nedir bu ilkeler?

Öncelikle söz verilen şey yerine getirilmeli. Disiplinli yaşamalı. Biz yalnızca kendimize karşı değil, öteki insanlara karşı da sorumluyuz. Özgürlük her aklına geleni yapmak değildir, sorumluluktur. Görgüsüzlük, verilen sözü tutmamak, kendini hep merkeze koymak… Bunlar beni sinirlendirir. Bunlara karşı özel hayatımda ciddi bir mücadele halindeyim.

Peki, yolunuz yazarlıkla nasıl buluştu?

Ben küçükken gangster olacaktım. Gangsterlik dediğim de şuydu: İtalyan filmlerini fazla seyrediyordum. Orada gangster, zenginden alıp yoksula para dağıtıyordu. Bu benim için çok güzel bir eylemdi. Ben de zenginden alıp yoksula dağıtacaktım, böyle bir düşüncem vardı. Annem de, “Haksızlıklara karşı mücadele edeceksen, yazar ol” dedi bana… Ve beni yazarlığa alıştırdı. Ben her gün yazı yazardım. Tıpkı bir gazete benden yazı bekliyormuş gibi…

Sanırım annenizin üzerinizde çok fazla etkisi oldu. Örneğin; tekrar etmeden, bir elma hakkında yarım saatlik bir konuşma hazırlamanızı istermiş.

Evet… Çeşitli konular üzerinde beni konuştururdu. Bir de bizim evde, dışarı çıkarken “Kendine iyi bak” gibi sözler edilmezdi. ‘Haksızlığa uğrayan biri varsa, bunu önle’ denirdi.
Sokağa çıktığımda, hâlâ da bu böyledir, haksızlıklara karşı duyarlıyımdır. Annemin bir sözü de şudur: “Bir kaldırımda yürürken, birini gördüğünde başka kaldırıma geçecek bir şeyler yapma”. Bu söz bende etik ilkedir.

Kitaplarınızda “Cengiz Gündoğdu’nun eserleri hiçbir ödüle aday gösterilemez” diyorsunuz. Bunun anlamı nedir?

Şunu anlatmak istiyorum: Edebiyat eserleri biriciktir. Sanatla ilgili olmayan bütün eserler bir başkası tarafından yapılabilir. Boğaz Köprüsü’nü bir mimar yapar ama o yapmazsa başka bir mimar yapar. Oysa Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ını ancak Tolstoy yazabilir. Başka biri yazamaz. Bu tabii savaş temalı romanlar yazılamaz anlamına gelmiyor. Ama sanat eserinin temel özelliği biricik olmasıdır. Biricik olanlar yarıştırılamaz. Sanatta birincilik olmaz. Anlatabiliyor muyum?

Zaten bu birinciliği hangi estetik ölçütlerle ilan edeceksiniz? Bu ölçütler nedir, biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Yarışmacı bir zihniyet, insanın yaratıcılığına aykırı bir iştir. İnsan yarışacaksa kendisiyle yarışmalıdır.

Sizce felsefe hayatımızda ne gibi bir önem taşıyor?

Öncelikle felsefenin eksikliği ne getiriyor, bunu düşünmemiz gerekiyor. Felsefe eksikliği insanda ideal eksikliğini getiriyor. İdeal dediğimizde de, boş hayali değil üretken tasarım gücünü kast ediyoruz. İnsanın üretken ve bilinçli bir tasarımı… Eğer bir ideal yaratamıyorsak, bu dünya gerçekten bizim için çok karanlık ve kötü bir dünya olur. Dünya ile estetiksel bağıntı kuramayız. Kuramadığınız zaman, her şey karanlık olur ve dünyaya da böyle bakarsınız. Böylece sanatta, kendi öznelini nesnel gerçeklik zannedersin. Yani kendi karamsarlığını bütün dünyaya yansıtırsın. Sanatçı değilsen de toplumsal ilişkilerin bozulur. Her işi kenarından tutarsın. Disiplinsiz yaşarsın. İşte felsefe insandaki bu boşluğu kaldırır, insana var oluş dayanağını getirir.

İnsancıl adlı derginizden söz eder misiniz? Adı neden “İnsancıl”?

İnsanın yaratıcılığının gücüne inandığım için, toplama yazılardan oluşan bir dergiciliği kırma düşüncesiyle hareket ettim ve kendi yazarımızı, kendi şairimizi yetiştirme düşüncesiyle yola çıktım.

İnsancıl; hümanizmin Türkçe karşılığı... Hepimiz biliyoruz ki, bugün gelinen noktada insani değerler yok oluyor. Herkes kendini kurtarmayı düşünüyor. “Çok yalın, insani değerleri savunan ve kollayan, öyle yaşayan bir dergi olacağız” dedik ve gerçekten bunu yaptık. Bu yüzden insancıl…

İnsancıl dememizin bir sebebi de şu: İnsan tekil bir varlıktır ve insanın kediden bir farkı vardır. Kedi başka bir kediyi kurtarmak için harekete geçmez çünkü kedide, kedi olma bilinci yoktur. Ama insanda, insan olma; yani bir tür olma bilincinin olması gerekiyor. Ortak nokta insan olmak… Bunu ben söylemiyorum, Farabi söylüyor. İnsani değerler de bu tür olma bilinciyle gelişir.

İnsancıl’daki atölye çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

İnsancıl’ın amacı kendi yazarını ve şairlerini yetiştirmek olduğu için böyle bir atölyeyi kurduk. Felsefe, şiir, estetik, yazarlık seminerleri düzenliyoruz. Bu seminerlerde sadece eğitmen pozisyonundaki kişi anlatmıyor. Örneğin metin incelemesi yapıyoruz, Platon’un devlet kitabını inceleniyoruz. Bir öğrenci kalkıp anlatıyor. Cuma günleri Ömer Naci Soykan’ın yönetiminde felsefe dersleri veriyoruz. Oraya felsefi birikimi genişlemiş kişileri gönderiyoruz. Bir de yabancı dil bilenlerle yaptığımız felsefe dersleri var. Şiir derslerinde de şiirin sorunlarını Berrin Taş ele alıyor. Ama şunu biliyoruz ki, herkesin mutlaka şiir yazması gerekmiyor. Şiir, ayrı bir tasarım gücü… Şiir insana dostluğu, aşkı, sevgiyi, mücadeleyi öğretir. Şiir insanın duygularını inceltir, bilincini geliştirir. Şöyle derler şairler kendileri için: ‘Biz aşkı yazmasaydık, siz aşkı bilmezdiniz’. Yani bir şeyler olurdu içimizde ama onun ne olduğunu bilemezdik şairler olmasaydı…

Genel olarak atölyenize katılan insanlar buradan hangi değerleri alıp gidiyorlar?

Gidemiyorlar. Biz bırakmıyoruz bu değerleri... Verdiğimiz hayat dersleri... “Mutluluk nedir?” diye başlıyoruz ve öncelikle şunu öğretiyoruz: “Kimse seni mutlu edemez.” Bir kişiye bel bağlayıp, “beni mutlu etsin” dememeli. Çünkü insan ancak kendi kendini mutlu eder. Mutluluk eğlence değildir. Mutluluk adaletli yaşamaktır. Acı verse bile adalet uğruna en yakın arkadaşının bile kafasını kesmektir.

Atölyenize daha çok kimler katılıyor? Gençler mi, çalışanlar mı?

Eskiden öğrenciler daha çok katılıyordu. Ama bunu kaldıracak güçte değildiler. İkincisi; öğrencinin burada öğrendikleriyle okulunda öğrendikleri farklıydı. Dolayısıyla katılımların profili üç yıldır değişti. Daha çok çalışanlar geliyor.

İş yaşamının koşturmacasına kapılanlar, buraya hayatlarına dair bir şeyler düşünmek için geliyor olabilirler mi?

Evet, doğru… Halikarnas Balıkçısı’nın Azra Erat’a yazdığı mektuptan şunu öğrendim: “Enginarın üstüne ölçüsünde bir taş koyarlar. Güçlüyse taşı iter ve gürbüz bir şekilde çıkar; itemezse gübre olur.” Sizin de üzerinize taş koyarız, bu taşı iterseniz yararlı bir insan olursunuz.

Atölyede ilk üç aydan sonra değişim başlıyor. Baştan diyoruz ki, “Hayatınızdaki insanı da getirin buraya, çünkü üç ay sonra sen artık başka şeyler konuşacaksın”. Bunu yapmayanlarda boşanmalar, ayrılmalar olabiliyor. Çünkü eşler birbirlerine “Beni seviyor musun?” değil, “Beni nasıl seviyorsun?” diye sormaya başlıyorlar.

Peki iş dünyası sizin tarafınızdan nasıl görünüyor?

Madam Curie’nin kocası demiş ki: “Bu bulduğumuz şeyin patentini ne yapacağız?”. Hiç umursamadan şu yanıtı vermiş Madam Curie: “Bilim toplumundur, patenti bize ait olamaz”. Toplumun her alanında olduğu gibi iş hayatında bu söylediğim ilke gözetilmiyor. İnsani birikimler yalnız kendilerine aitmiş gibi insanlar, hırsla para kazanma isteği içerisinde... İnsanlar para kazanmak için roman yazıyor. Düşünebiliyor musunuz, markette domates ve limonların arasında kitaplar satılıyor. Ben bundan utanıyorum.

O halde iş yaşamındakilere neler önerirsiniz?

Belli ölçütler dışında (o ölçütü de şöyle koyayım ben; bir evin olacak, araban olacak, paran olacak kenarda) kazandığın parayı İzzet Baysal gibi kullanmak gerek. Kendisiyle bir konferans için Bolu’ya gittiğimde karşılaşmıştım. Kendisini yıllarca masasını değiştirmemiş olduğunu, tahta bir masada oturuyor olduğunu gördüm. Sadece iki takım elbisesi vardı; hep onları kullanıyordu. Ama oraya öyle güzel bir üniversite yapmıştı ki…

İşte bunu örnek almalı insanlar. Çünkü para kazanma hırsı, insanın kendini yitirmesi anlamına gelir. İnsanlar bunu bilerek kendilerini düzenlemeli. Dünyanın adaletsiz olduğu unutulmamalı. İslam peygamberinin söylediği gibi, ‘Komşun açken, sen tok yatma’. Böyle diyoruz ama şimdi insanlar sanki Platon’un mağarasında yaşıyor gibi… Biliyorsunuz, Platon’un mağarasında insanların elleri, kolları bağlıdır. Başlarını geriye çeviremezler. Bu bir metafordur. Arkadan, mağaranın içine güneş ışığı vurur ve bu insanlar sadece asıl olayların gölgesini görür. Dünyaları mağaradan ibarettir. Platon’a göre bu mağazadan elli yıllık bir felsefe eğitimi ile çıkabiliriz. Nietzsche “hiç çıkamayız” der. Aslında insan çok güçlü bir varlık... Gülden nazik, taştan pek... Her şeyin üstesinden gelebilir. Bu mağaradan çıkabilir.

İNSANA DAİR BİRKAÇ SORU…

İnsan yaratıcı bir varlıktır diyorsunuz. Tüm hayatımızda bu yaratıcılığı artırmak için neler yapabiliriz?

Bu dünyayı var eden insandır. Bu dünya kendi kendine olmamıştır. Dünyayı Tanrı’nın yarattığını söyleseniz bile, barajı insan yapmıştır. Ancak modern toplumlardaki işbölümü insandaki yaratıcılığı geliştirmiyor. Birisi pantolon, birisi ceket, birisi ayakkabı yapıyor. Bu işbölümü insanı geliştirmez. Çünkü işbölümü sabittir. Sen hep palto yaparsın, buzdolabı yapamazsın. İşte böylesi bir ortamda ben; durmadan sorgulayan, hep aynı sokaktan gitmeyen, her şeyi düzenli olmayan, sağda solda terliğini arayan bir adam olmalıyım. Bir şeylerim kırılmalı ve ona üzülmeliyim ben... Hayatın her alanını yaşamalı ama bunu kendimce yapmalıyım. Ben çakmak alırken bile seçerim. “Fark etmez” kelimesi bende yoktur. Özerk alanıma kimseyi karıştırmam. Hegel’in dediği gibi ‘Dünyayı kendine mal edemezsen, bu dünyanın esiri olursun’.

İnsan kendisi için ne yapmalı?

İnsan kendisini hiçbir şekilde yeterli görmemeli. Kendini sürekli yenilemeli, kendini eskitmemeli. Bunun yanı sıra imsakle yaşamamalı. Kendini hapsetmemeli. Kendi içine çekilmemeli. Eğlenmeli, ilişkileri güzel olmalı. Kesin yargılarda bulunup, olumlu ya da olumsuz anlamda parantezi kapamamalı. Bir insanın üstünü çizmemeli. Çünkü o insan her an değişebilir, değişir.

Ya diğerleriyle ilişkilerimiz?

Konfüçyüs’ün bir sözü vardır: “Erdemli insanlar, erdemleriyle diğer insanlara katkıda bulunurlar.” Bunu düşünmeli, böyle yaşamalı insan... Birileriyle konuşmalı, onu anlamaya çalışmalı. RolloMay, ilişkide cesaret ile ilgili olarak ‘otantik yakınlık’ kavramını kullanır. Bu kavramı da; kişinin kendisi olarak karşısındakiyle ilişkiye girmesi, bütün kişiliğiyle karşı tarafa yönelmesi olarak açıklar. Ancak ‘otantik yakınlık’ yani bütünüyle kendini açmak, bir risk taşır. Tamamen kendini açan insan çökmeden yaşayabilir mi? RolloMay başka bir psikanalistten de destek alarak şunu söylüyor: İnsanlar korkularıyla yaşar. Birisi yaşam korkusu, diğeri ölüm korkusu… Özerk yaşama korkusu da bir diğeridir. Bütünüyle kendini bir ilişkiye fırlatan, kendi olmaktan korkanlar, özgürlüğünü kaybedeceğinden korkup bir ilişkiden kaçanlar – sadece kadın - erkek ilişkisi değil –… Tüm bunlar insanların birbirleriyle güzel ilişkiler kurmasını engeller. Ancak RolloMay’ın dediği gibi; “birlikte yaşamayı becerebilmek, risk almayı gerektirir”.

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)