Bu kişileri işe alır mıydınız?
Bir adam düşünün; bir vazgeçiş öyküsünün başkahramanı olmuş. Ya da asla mutlu olmayan, romantik, lüks düşkünü bir kadın… İsimlerin başına yazılı unvanlara tapan birini. Bir de İnsanların “sıradan” ve “üstün olanlar” diye ikiye ayrıldığına inanan bir öğrenciyi…
Size onları detaylıca anlatacağım; bu kişileri işe alıp almayacağınız kararını siz verin.
Mehmet Erkan - İK Yöneticisi & Yazar
“Neden yaşıyorum?” sorusunu kendine sormayı bırakmış bir adam, asla tatmin olmayan bir kadın, ‘’Neden dokuzuncu dereceden bir devlet memuruyum’’ diye sorgulayan bir zavallı ve iki yaşlı kadını öldüren bir katil.
Durup düşünün bakalım, bu kişileri işe alır mıydınız? Yetenek tanımlarınızın içine bu insanları sokar mıydınız? Alıp kocaman binalarınızın içine, oturtur muydunuz onları bir masaya? Hikayelerini dinledikçe eliniz olumlu kutucuğuna mı, olumsuza mı giderdi? Siz de onları kendinize ve şirketinize bulaştırmamayı mı tercih ederdiniz?
Mesela binlerce sadık kadın varken, “Ne işim olur kocasını aldatanla?” diye mi düşünürdünüz? Ya da “Tatmin olmayan insanı ne yapayım, binlerce kanaatkâr varken…” mi derdiniz?
İsterseniz size onları daha detaylı anlatalım, kararı siz verin.
Takım çalışmasına uzak, operatif iş yapan biri…
Bir adam düşünün önce, yaşarken ölenlerden. Gençken bir kadına aşık olmuş ve ona kavuşamamış. Bir vazgeçiş öyküsünün başkahramanı olmuş. Mülakatta karşınıza gelmiş ve size şöyle diyor:
-Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardı, ben onu kaybettim.
Hemen yaşama sevincine, enerjisi seviyesine eksi işaretini koyduğunuzu görür gibiyiz.
Fakat o hiç yalan söylemeden, samimiyetle anlatıyor size hikayesini. Küçük bir dairede üç kuruşa çalışıyor. Yabancı dili de olduğundan çeviriler yapıyor. Bazen kafasını kaldırmıyor hiç masasından, yanında duran sefertasından yemeğini yiyor öğlenleri.
Yani sosyal birisi değil, operatif bir iş yapıyor, takım çalışmasına uzak… Hadi sayın, dökün bütün basmakalıp değerlendirmelerinizi. “Gelecek vadetmiyor” deyin, “Yönetici olması zor” diye ekleyin.
Mantıktan uzaksa analitik düşünme de soru işareti…
Şimdi gelelim ikinci kişiye… O asla mutlu olmayan bir kadın, lüks düşkünü, tutkulu, romantik. Duyguları onu her yere götürebilir. Mantığı çok gerilerden geliyor. Hayatındaki her şeyi bir köşeye atabilecek kadar ihtiraslı.
Ne dersiniz tüm bunlara? İhtiras biraz içinizi okşadı değil mi, işinde de tutkulu olabilir mi? Yo hayır kafası atınca ceketini alıp gidebilir, küçük bir olayda sizin o büyük projelerinizi yüzüstü bırakabilir. Mantıktan uzak diyor, yaratıcılık gerektiren, duygu isteyen işlere daha uygun olabilir belki. Ama mutlu olmuyormuş. Ne yapacağız bu kadını? Çalışan memnuniyeti skorlarınızı da aşağı çekebilir. Mantıktan uzaksa analitik düşünme de soru işareti.
Belki de onun kocası sizin tam aradığınız insan. O sıradan, toplumun takdir ettiği adam. Sistem ve o sistemin çarkları o adam için çok önemli. Fakat bu kadın? Sevgilileri var onun. Hiçbir şirketin etik kurallarına uymaz sanırız bu yaşam biçimi. İşine özel hayatını karıştırmasa da siz bu riski alamazsınız. Etik kodlarınızı virüsleyebilir. Yo yo, bu kadını da bulaştırmayın kurumsal dünyanıza.
Sorgulamak mı? Al sana eksi bir puan daha!
Peki ya üçüncüsü?
O, aradığınız eleman olabilir belki. Ama sadece eleman olabilir en giriş seviyesi haliyle. En büyük meziyeti çok güzel bir el yazısına sahip olması, bir de çok güzel kalem açması. Ama ofis’in, word’ün olduğu dünyada o da demode kalacaktır. Seveceğiniz bir huyu; hiyerarşiye önem vermesi olabilir.
İsimlerin başına yazılı unvanlara tapıyor. Biat kültürü aynı zamanda kurum kültürünüzse harika. Fakat biraz kaçık bu adam, sürekli olarak da “Neden onlar efendi de ben dokuzuncu dereceden devlet memuruyum?” diye sorguluyor. Sorgulamak mı? Al sana bir eksi puan daha! Bu tip de sıkıntılı. Üstelik yeni bir palto almak düşüncesiyle kafayı bozmuş olabilir.
Para engelini ortadan kaldırmak için…
Şimdi en sonuncu ve en baş belasına gelelim. O bir katil. O bir öğrenci. Belki katil olmasa genç yetenek programlarınıza katılıp bir iki aşama geçebilirdi. Ama birebir görüşmede elenmesi olası çünkü garip garip fikirleri var onun. İnsanların “sıradan” ve “üstün olanlar” diye ikiye ayrıldığına inanıyor. Kendisi de yüce ülkülere sahip. Fakat bir engeli var: Para! Bu engeli ortadan kaldırmak için de katil oluyor. Sıradan insanlar sınıfından yaşlı tefecinin ölmesini, bir suç, günah olarak düşünmüyor. Kendine göre bir inanç dünyası da var yani. Tamamen soyut düşünme yeteneğine sahip, tam bir zihinsel.
Fakat muhtemelen siz onu şimdi en çok zihinsel beceri gerektiren bölüme bile almazsınız. Çünkü o bir katil! Eski hükümlü kadrosundan alsanız? Yo yo daha basit suçlara karışanlar varken böylesi bir adamı kim alır?
İnsanları hikayeleri ile sevmek umudu…
Bu dört kişi de yabancı değil bizlere aslında. Bazılarını yüz yıllardır, bazılarını da on yıllardır okuyoruz. Onlar bizim en insani duygularımızın, davranışlarımızın vücut bulmuş hali. Aşık olan, aldatan, deliren, katil olan, hayattan ümidini kesen, kesebilecek olan bizleriz, onlar da aynalanan.
Raif Efendi, Kürk Mantolu Madonna’da (Sabahattin Ali) vazgeçilmiş bir aşkı anlattı bize. Ne kadar ezik bir tip de olsa gelmiş geçmiş en büyük aşklardan birini yaşamış bir kahramandı o. Herhalde hiçbirimiz onun içindeki yüce sevgiye odaklanmazdık, hikayenin kendini unutup sonuca göre karar verirdik şu anki halimizle. Oysa ki hiç kimsenin kabul edemeyeceği vazgeçiş cesaretini de göstermiş biri o. Bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seven, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemeyen ve bu psikolojiyle yaşamayı başarabilen bir kahraman.
Madame Bovary (Gustave Flaubert), çok tutkuluydu. Yaşadığı topluma meydan okuyan cesur bir kadındı. Bugün samimiyetsiz sosyal sorumlulukla içi boşaltılan bir cesaret değildi onunki. Yaşadığı dönemin kadınlarına ve ilerleyen yüzyıllarda yaratılan tüm kadınlara ilham verecek bir cesaret örneğiydi. Ve biz yine sadece hikayenin sonuna, aldatmaya odaklanarak, hata yapabilirdik iş dünyası bakış açımızla.
Akaki Akakiyeviç, Gogol’ün Palto’sundan çıkmış basit bir devlet memuruydu. Ama onu delirten sorgulamaları kendi sınıfından olanlara büyük cesaret verdi. Hikaye delirmek değil, sorgulamaktı. Tüm baskılara, toplumun katı sınıflandırmalarına karşı gelmekti, hiyerarşiyi yıkmaktı, bürokrasiyi sarsmaktı.
Raskolnikov (Suç ve Ceza - Dostoyevski), okuduğumuz en unutulmaz roman karakteriydi ve bir katildi. Katil deyip yaftalamak en basiti. Onun şahsında ahlak, toplum, devlet kavramları yeniden düşürüldü okuyanların zihnine. Hikaye ışık yakmaktı, aydınlatmaktı. Basit bir cinayet romanının kahramanı değildi Raskolnikov, biraz daha derine indiğimizde üreten toplumun içindeki ayrışmayı, gelir adaletsizliğini, bugünkü çalışma hayatındakine benzer sorunları da okuyabiliyordunuz satır aralarında.
Bugün iş hayatında binlerce aday ve çalışan hikayesi dinliyoruz. Ve hemen karar veriyoruz; aldatan, deliren, öldüren, ezik! Kavramlarla düşünmek, altı doldurulunca anlamlı ve sağlıklı… Fakat bir anda yayından kurtulan ok gibi fırlayan kavramlar da, saplandığı muhataplarında yaralar açmak konusunda bir o kadar tesirli. O kavramı fırlatan zihin için de bir o kadar yanıltıcı.
Biz bu dört insanın hikayelerini yıllardır okuyoruz. Çünkü okurken; sonlardan, sonuçlardan, yaftalardan çok hikayenin kendisine odaklanıyoruz. Ve itiraf edelim bu katili de kocasını aldatan kadını da deliren memuru da vazgeçmiş adamı da çok seviyoruz.
Mülakatlarda, ofislerde, aile çevremizde, sokakta, insanları yaftalamadan, salt hikayeleri ile sevmek umudunu hiç kaybetmeyelim. Stephen Hawking’i anarak da bu umudumuzu tazeleyelim.
Ne demişti ünlü bilim insanı:
-Hayat varsa umut da vardır!