“Ben sen yokuz, ‘biz’ varız dersek başarıya ulaşabiliriz”

Kocatopçu, yaşamı boyunca Türkiye’de birçok ilkin gerçekleşmesine de öncülük etmiş. Yirmi altı yıl süresince Şişecam Genel Müdürlüğü görevini üstlenen Kocatopçu 1960 ihtilaliyle birlikte Sanayi Bakanlığı’na getirilmiş. Bunların yanı sıra birçok işveren sendikası ve konfederasyonunun da kuruluşunda aktif olarak yer almış.

Kocatopçu bugün ise çalışmalarına Vehbi Koç ile birlikte kuruculuğunu üstlendiği Türk Eğitim Vakfı’nda devam ediyor. Türk Eğitim Vakfı ile birlikte imkânları yetersiz fakat yetenek sahibi gençlerin eğitimlerini tamamlayabilmeleri için emek veriyor.

Bu sayımızın “Hayatın İçinden” sayfalarına konuk olan Kocatopçu ile yaptığımız söyleşi bizleri Türk iş hayatında dünden bugüne bir yolculuğa çıkardı. Kim bilir belki bir duayenin geçmişe ait anıları bizim geleceğe yönelik planlarımıza ışık tutar…

Dilerseniz söyleşimize Şahap Kocatopçu’yu kendi sözleri ile dinleyerek başlayalım…

1916 yılında İstanbul’da doğdum. Burada yaşadım ve büyüdüm. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Teknik Üniversite’ye girdim. Üniversitede birinci sınıfı tamamlamamın ardından Atatürk’ün emriyle yurt dışında eğitim görmek üzere öğrenci seçmeyi amaçlayan bir imtihan sürecinin başladığını öğrendim. Atatürk, Sümerbank, Etibank gibi yeni kurumlara eleman yetiştirmek üzere sekiz yüz kadar genci yurt dışına gönderiyordu. Bu haberin heyecanı ile ikinci sınıfta tahsilimi yarıda bırakarak Maden Tetkik Arama Enstitüsü’nün sınavı ile maden mühendisi olmak üzere Belçika’ya gittim.

1937-1940 yılları arasında Belçika’da önce maden mühendisliği daha sonra da metalürji üzerine eğitim gördüm. 1940 senesinde Almanya Belçika’yı işgal etti ve bu gelişme üzerine Türkiye’ye döndüm.

Türkiye’ye dönüşümün ardından 25 kişilik bir heyet olarak Bağdat’ta toplandık. Savaş nedeniyle Basra körfezinden bir gemi ile Amerika’ya gittik. Amerika’da MIT’de metalürji öğrenimimin ardından aynı bölümde master yaptım. Fakat savaş devam ettiği için Türkiye’ye dönemiyordum. Bu yüzden Amerika’da kalıp seramik üzerine de doktora yaptım.

Türkiye’ye döndüğümde anlaşmamız gereğince yurt dışında okuduğum süre boyunca Maden Çıkarma Enstitüsü Genel Müdürlüğü’nde hizmet vermem gerekiyordu. Fakat bu dönemde Sümerbank Genel Müdürü seramik üzerine doktora yaptığımı öğrenmiş ve Maden Çıkarma Enstitüsü’nden onlar için çalışmam için izin istemiş. Bu istekleri kabul edilince Karabük Demir Çelik Fabrikası’ndaki ateş tuğlası ihtiyacını gidermek üzere Filyos Ateş Tuğlası Fabrikası’nı kurdum.

Bu çalışmalarımın yanı sıra Çimento Sanayi A.Ş.’nin kurulum aşamasında Türkiye’nin çeşitli illerini dolaştım. 1952 yılında Şişecam Genel Müdürlüğü görevini üstlendim ve 26 sene bu göreve devam ettim.

Atatürk ülkenin çektiği ekonomik sıkıntılara rağmen bizleri yurt dışında hiçbir şeyi esirgemeden okuttu. Bu yüzden biz her zaman kendimizi ülkemize borçlu hissederek çalıştık. O hava hala üzerimden gitmedi ve borcumu ödemek için Türk Eğitim Vakfı’nda çalışmalarıma devam ediyorum.

Yirmi altı yıl boyunca Şişecam’daki Genel Müdürlük görevinizi sürdürdünüz. Sizi bu kuruma bu derece bağlayan unsur ne oldu?

Şişecam, Atatürk’ün İş Bankası ile beraber kurduğu bir tesis… Belki de kuruma bu kadar uzun yıllar bağlanmamın sebebi Mustafa Kemal önderliğinde kurulmuş olmasıydı. Hatta bir dönem çok sevdiğim ve takdir ettiğim rahmetli Vehbi Koç beni Koç Holding’in başına Genel Müdür olarak atamak istedi. O dönemde aldığım maaşın neredeyse on katı fazlasını teklif etti. Bir hafta uykusuz kaldım fakat teklifini kabul edemedim.

Şişecam’da ilk göreve başladığınız yıllarda neler yaşadınız? Bugün o yılları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şişecam’da göreve başladığım yıllarda henüz Türkiye’de pencere camı üretimi yoktu. Göreve başlar başlamaz bu konuda çalışmalara başladım. Fakat Avrupa’dan ortaklık teklif ettiğimiz firmaların hiç biri Türk pazarını kaybetmemek için teklifimizi kabul etmiyordu.

Bu sırada ilginç bir gelişme yaşandı ve Türkiye 1957 yılında NATO’ya üye oldu. Türkiye’nin batıya yaklaşmasından Ruslar endişelendiler ve Atatürk zamanında Türkiye’ye gelip fabrikalar kuran Rijov adlı bir mühendisi büyükelçi olarak Türkiye’ye gönderdiler. Rijov Türkiye’ye geldiğinde burada fabrika açma teklifi rejim değişikliğinden korkan hükümet yüzünden kabul edilmedi. Onun yerine ben Rusya’ya gidip üretim yöntemlerini öğrenerek Türkiye’ye döndüm ve cam fabrikasını kurdum. Üretime başlamamızdan bir ay geçtikten sonra Amerika’ya ihracata başladık.

Şişecam’ın yanı sıra İstanbul Sanayi Odası’nda Meclis Başkanlığı yaptım. 1960 ihtilalinde hiçbir siyasi partiye üye olmamama rağmen Sanayi Bakanlığı görevine getirildim. 1961 Anayasası ile beraber işveren konfederasyonu kurulması konusu gündeme geldi. Bana verilen görevle çeşitli iş kollarındaki sanayicilerin işveren sendikalarının kurulmasına yardımcı oldum ve kurulan federasyonun ilk başkanı seçildim. Arkasından patronların kulübü olarak adlandırılan TÜSİAD kuruldu. Vehbi Koç’tan sonra bir dönem TÜSİAD başkanlığını devraldım.

26 yıl aynı kurumun yöneticiliğini yapmış bir iş adamı olarak yönetime bakış açınız hakkında bilgi alabilir miyiz?

Bu sorunuz bana bir anımı hatırlattı: 1962 yılında New York’da Dünya Sevk ve İdare Kongresi yapıldı. Ben de davetli olarak o kongreye katıldım ve dönüşümde Türkiye Sevk ve İdare Derneği’ni kurdum. Çünkü yönetim konusu o dönemlerde de oldukça tartıştığımız konular arasındaydı.

Bana göre başarılı yönetim taban ile tavan arasındaki ilişkiyi iyi bir şekilde kurabilmektir. Paşabahçe’de çalışırken her zaman orada çalışan işçiler ile yakın ilişkiler kurmaya özen gösterdim. Benim haricimde eşim de fabrikanın doktoru ile beraber hasta olan işçi çocuklarını ziyarete giderdi. Bunlar çalışanlarda büyük bağlılık yaratıyordu. Tabii ki günümüz koşullarında bunu gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır. Fakat bu gibi işler kurum bünyesindeki bazı departmanlara devredilebilir.

Yönetime ilişkin ikinci önemli konu da ana organlar içinde görev paylaşımı yaptıktan sonra yetki ve sorumlulukları aşağı doğru delege etmeyi başarabilmektir. Çünkü yetki ve sorumluluklar tepede toplanırsa o yönetim şekli diktatörlüğe doğru kayar.

Hem siyasetin hem de iş dünyasının içinde bulundunuz… Kendinizi hangisine daha yakın hissettiniz?

Ben iki defa bakan oldum fakat hiçbir zaman bir siyasi partiye üye olmadım. Bazen geçmişe dönüp baktığımda siyasi görevimi yerine getirmediğimi görüyorum ama sonra “İyi ki de yapmamışım” diyorum. Çünkü siyaset çok farklı özellikler gerektiriyor. O özellikler de bende yok... Fakat şu da bir gerçek ki Türkiye’nin demokrasi içinde yaşayabilmesi için o niteliklere sahip liderlere ihtiyacı var. Liderlerin de toplum çıkarına önem vermesi gerekiyor.

Bir ekibin karşısına çıkan zorluklarla mücadele edebilmesi ve bunlara rağmen ayakta kalabilmesi için sizce hangi noktalara dikkat etmesi gerekiyor?

Benim iş yaşantım boyunca takım oyununun her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Ekipte birbirine kenetlenecek “ben, sen yokuz, yokuz biz varız” havasını yaratacak çalışanlar bulmak gerekiyor. Bu ekibi oluşturma ve bu ruhu verme görevi ise tabii ki yöneticiye düşüyor. Önemli olan çalışanlar arasında böyle bir gelenek oluşturabilmek.

Kuruluşundan bu yana Türk Eğitim Vakfı için çalışıyorsunuz… Biraz da bu çalışmalar hakkında bilgi alabilir miyiz?

1960 yılından sonra Vehbi Koç ile beraber Türk Eğitim Vakfı’nın kuruluşunda görev aldım. Çünkü Atatürk tarafından okutulmuş bir insan olarak eğitime hizmet vermeyi çok istiyordum.

Türk Eğitim Vakfı, ülkemizde eğitim görmek isteyen fakat buna maddi gücü yetmeyen ve bu alanda her türlü ilgi ve yardıma ihtiyacı olan gençlerimizin okuyabilmesini, fırsat eşitliğinin sağlanması için eğitim imkanlarının her gence eşit haklarla açık olabilmesini, devletin gittikçe daha ağır ve kesif hale gelen işlerinin bazı konularda paylaşılmasının, ona yardımcı olmaya çalışılmasının ve sorumluluk alınmasının işadamlarına, aydınlara ve halkımıza düşen kaçınılmaz bir yurt ödevi olduğunu dikkate alarak ve bu düşüncelerle bir eğitim hareketi açmanın gerekliliğini inanarak kuruldu.

Türk Eğitim Vakfı, kuruluşundan bu yana yurtiçinde yüz binlerce ve yurtdışında da binlerce öğrenciye burs vererek eğitim olanağı sağladı. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde on dört ilköğretim okulu, Anadolu Lisesi, Güzel Sanatlar Anadolu Lisesi, Toplum Eğitim Merkezi, Çıraklık Eğitim Merkezi, öğrenci yurtları yaptırdı ve eğitim konusunda araştırmalar gerçekleştirdi.

Üzerinde özellikle durmak istediğim bir konu da 1 Ağustos 2001 tarihinden beri Kocaeli İli, Gebze İlçesi, Muallim Köy mevkiinde bulunan muhtaç ailelerin üstün zekalı ve yetenekli çocuklarına parasız yatılı eğitim veren “Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi”dir. Bu okul ile Türkiye de belki de bir ilki gerçekleştiriyor Türk Eğitim Vakfı... Fakat önemli olan nokta bu okulda yetişen üstün yetenekli gençlerimize Türk firmalarının sahip çıkarak yurt dışına gitmelerini engellemeleri...

Vakıf olarak biz, burada yetişen gençlerin yine Türkiye’de hizmet vermesini sağlamaya çalışıyoruz. Çok başarılı gençlerimiz yetişiyor fakat hepsi yurt dışında çalışıyor. Ben kendime sağlanan eğitim olanaklarının borcunu bugün bile ödemeye çalışıyorum. Aynı bilincin yeni yetişen gençlerde de yerleşmesi benim için çok önemli bir konu… Gençlerin toplumun çıkarını kendi çıkarının önünde tutması tamamen mümkün olmasa da en azından bunu başarmak için çaba göstermesi gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’de eğitimin bu günkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu sorunuz geçtiğimiz yıllarda yaşadığım bir olayı anımsamama sebep oldu. Birkaç yıl önce Vakıf olarak Güneydoğu Anadolu’da yaptırdığımız okulları ziyaret etmek üzere bir seyahate çıktık. Bu gezide karşılaştığımız tablo gerçekten çok acıydı. Gördük ki Milli Eğitim Bakanlığı her okula yalnızca bir öğretmen tayin edebilmiş… Daha da kötüsü okulda okuyan çocukların hiçbiri Türkçe bilmiyor; dolayısıyla öğretmenleri ile anlaşamıyorlardı. Bu gezinin dönüşünde İstanbul yerine Ankara’ya giderek Milli Eğitim Bakanımıza durumu aktardım. Kendisi de durumun farkında olduğunu ve bu durumdan dolayı yaşadığı üzüntüyü bizlere aktardı.

Bu olayın üzerinden çok az bir zaman geçmişti ki Güneydoğu Anadolu’da genç kızlarımızın ardı ardına intihar ettiği haberi kulağımıza geldi. Bu olayların sebebini araştırdığımızda karşımıza çok üzücü bir sonuç çıktı. Gördük ki bu kızlarımız büyük şehirlerde yaşayan yaşıtlarının hayatlarını medyadan görüp kendi hayatları ile kıyasladıklarında bunalıma giriyorlarmış.

Bu kızlarımız için ne yapabiliriz diye düşündük ve onlar için çeşitli el sanatları atölyeleri kurduk. Böylece hepsinin bir sanatı oldu. Hatta bir süre sonra bazıları kendi atölyelerini kurdular. Bunların hepsi bizim için tarif edilmez birer gurur kaynağı…

Bizde içerik bol, seni düzenli olarak bilgilendirmemizi ister misin? :)