Her Yazı İyi Bir Başlığı Hak Eder

Kaan Kosova
Datassist
Yalanlar insanlık medeniyetinin gelişmesinde çok büyük önem taşıdı. Atalarımızdan “yalan sanatçısı” olanlar, harika birer “hikâye anlatıcısı” oldular ve kendi cenahlarının kanaat önderi oldular. Mitler, uluslar, ortak korkular, birlik, yalnızlık, komünizm, faşizm ve daha birçok toplumsal disiplini bu hikâye anlatıcılarına borçluyuz. Ortaya çıkan sonucu sevin ya da nefret edin bu size kalmış… Tüm bu kanaat önderlerinin en büyük ortak noktası müthiş birer hikâye anlatıcısı olmaları…
Bu konuya ilişkin yapılan birkaç araştırmada sonuçlar genelde çok benzer çıkmış: Buna göre karizmatik bir anlatıcınız varsa ve analitik bilgileri hikâyeye sarılı bir biçimde iletiyorsa 22 kata kadar daha fazla aklınızda kalıyormuş. Araştırmalara genelde pek inanmam, güvenmem ama bu araştırma yazımı destekler nitelikte olduğu için “eklemeliyim” dedim. Çünkü iddianızın el âlemce onaylanması, desteklenmesi güzel şey…
Janjanlı Bir Tabela
Şirketlerin politika, kültür, strateji gibi hassas can damarlarını anlatmak, yaşatmak ve ileriye taşımak İnsan Kaynaklarının görevidir. Hadi bir örnek üzerinden gidelim:
Şirkete yeni başlayan bir kişinin oryantasyon döneminin belirli kısımlarında ona refakat eden bir İnsan Kaynakları profesyoneli düşünelim. Bu profesyonel, yeni çalışma arkadaşımıza birkaç beylik cümle ile şirketi anlatıyor.
1- “Şirketimiz 1985’te, hâlihazırdaki Yönetim Kurulu Başkanımız tarafından kuruldu…”
2- “Ülkede darbe olmuş, taş üstünde taş kalmamış, kan gövdeyi götürürken Patronumuz Ahmet Bey memleketindeki kan davasından kaçıp İstanbul’a gelmiş. Bekâr odalarında kalmış, iki kere zatürre olmuş. Yılmamış. Gecesini gündüzüne katmış. Çalışmış, didinmiş. Çıraklık, garsonluk, muavinlik yapmış. Yememiş, içmemiş para biriktirmiş. 5 sene böyle geçtikten sonra türlü zorluklarla şirketimizi kurabilmiş. İlk başlarda hiç iş yapamamış ama kapatmayı bir gün bile düşünmemiş. Çünkü bu işe inancı varmış. …Derken 40 senedir büyüyerek devam ediyoruz…”
1 mi yoksa 2 mi?
Eğer iyi bir anlatıcı varsa ben kesinlikle ikinci şıkkı tercih ederdim. İlki direkt, net. Evet ama fazla basit.
Ancak ikinci şıkta neler var neler... İnsan Kaynakları bana patron Ahmet Bey’in kan, dram, göz yaşı dolu olan buram buram Anadolu kokan hikâyesini anlatıyor. Muhtemelen ilk soracağım soru Ahmet Bey’in kan davasının şu an ne durumda olduğu olurdu. Çünkü huzurlu bir gün, şirkette işlerimi yaparken birden patronumun gözünü kan bürümüş eski kan davalılarıyla karşılaşmak istemezdim sanırım.
Buna bir örnek de inşaat işçisi İbrahim Tatlı’nın o gün yine her zaman olduğu gibi inşaatta harç kararken yanık sesiyle söylediği “ayağında kundura, yar gelir dura dura” isimli türkünün prodüktörler tarafından keşfedilme hikâyesi oldu. O günden sonra soyadının sonuna “ses” son eki geldi. Coğrafyamız medeniyetle her zaman arasına biraz mesafe koyan ve eşine az rastlanır bir tenor kazanmış oldu.
Bu da akılda kalıcı bir hikâye…
İK’nın Kompozisyon Ödevi
Hikâye anlatımındaki “ilk” en önemli şey başlığınızdır. Üniversite yıllarımdan beri fasılalı olsa da birçok farklı kuruma onlarca yazı yazdım. Tecrübe ettiğim en büyük şey yine yazıdaki başlığın çok dikkat çekici olması gerektiği oldu. Çoğu zaman başlık, içerikten de daha önemli bir hâle bürünür.
Geçtiğimiz yıllarda bir iş gazetesine yazdığım “Kimse Sevmez Meyhanede Gezeni” yazım ya da birkaç ay önce HRDergi’ye yazdığım “Pavyon Işıkları Sendromu” yazım başlıklarıyla dikkat çekti. Çevremdekiler biraz da şaka yollu olarak sürekli bu yazıları bana hatırlatıyorlar. Oysa başlığında “meyhane” geçen yazımda anasona dair hiçbir şey yok ve dahi başlığında “pavyon” geçen yazımda da Ankara oyun havaları yok. Yani başlıkla içeriğin farklı olduğundan ama sonuçta parlak bir başlık sayesinde yazının akılda kalıcı olduğundan söz edebilirim.
Hikâyeleştirme işi kurumunuzu bir cazibe merkezi olarak gösterip, işveren markası için oldukça büyük önem taşır. Örneğin, son dönemde birçok şirketin genellikle de Instagram hesaplarında kendi çalışanlarına “Firmamızın en sevdiğin yan hakkı nedir?” sorusunu yöneltmesi hayli popüler oldu. Elbette gelen cevapların güzelliği, sosyal medya etkileşimlerini artırarak kurumun işveren markası skorunu yükseltti. O kurumda çalışan kişinin hangi yan hakkı en çok sevdiğini mini hikâyelerle bizler de öğrenmiş olduk.
Çağa ayak uyduramamış olabilir, suistimal ediliyor olabilir; şirketinizde herhangi bir nedenden birtakım kültürlerin değişmesi gerekiyorsa yine güzel bir hikâye ile bu değişimi benimsetebilmek mümkün. Kurumsal stratejileri tabana da nüfuz ettirmek, bireysel hedefler için propagandalar yapmak gibi kritik kilometre taşları yine doğru bir hikâye ile içselleştirilebilir.
CEO’nun Park Yeri
Kurum kültürü dediğimiz olgu duvarlardaki biraz da şişirilmiş “vizyonumuz, misyonumuz” yazısından farklıdır. Mesela şirketinizde bir otomobil park yeri vardır ve orası CEO’ya aittir. Bu “gerçek” ne şirketin duvarında ne de park yerinde yazar. Ancak herkes bilir ve buna saygı duyar. Bir refleks olarak, park yeri ararken orayı her zaman “dolu” olarak görür gözleriniz. Adına saygı, kıyak, korku, Klark ne derseniz deyin… Kurum kültürü tam olarak budur ve hikâyeler sayesinde bilinir.
Bugün şirkette anlatılan falanca müdürün hikâyesi, yarınki kurum kültürü olabilir. Doğru hikâye anlatımı soyut kavramları, duvarın arkasındaymışçasına güzel betimlemektir. Normal şartlar altında hissedebilmek için bir duyu organı daha gereklidir ancak bir şekilde biliyor olursunuz. İşte bunu verebilenler gerçek bir sanatçıdır.
Sonuçta hiçbir kurum hikâyesiz değil ve çalışanlar da böyle olmalı. Yaptığımız işi daha iyi ambalajlamak onu abartmak değil, emeği daha görünür kılmaktır. Her hikâye dinlemeye değer olmasa da her emek görülmeye değerdir!