Tokyo’da Kaybolmak: Bir Yolcunun Hikâyesi

Nilay Karagülmez Abamor
Tokyo, ilk bakışta insana biraz ürkütücü geliyor. Gökyüzünü delen gökdelenler, hiç bitmeyen insan kalabalığı, birbirine dolaşmış gibi görünen metro hatları, her köşede yanıp sönen neon ışıkları… Sanki şehre adım attığın anda seni içine çekip kaybolmana sebep olacak dev bir labirent gibi. Ama işin güzelliği de burada. Biraz zaman geçince fark ediyorsun ki Tokyo, dışarıdan karmaşık görünse de içine girdikçe aslında çok düzenli, nazik ve huzurlu bir şehir.
İnsanlar sakin, birbirine saygılı, sokaklar pırıl pırıl. En şaşırtıcı olanı, sokakta tek bir çöp kovası yok ama her yer tertemiz. İlk başta anlamıyorsun, hatta şaşırıyorsun. Sonra fark ediyorsun ki insanlar yanlarında küçük çöp torbaları taşıyor, çöplerini evlerine götürüyor. Her an her yerde bir temizlik hali var. Benim için en mutluluk verici detaylardan biri, yerde bir tane bile sigara izmariti görmemek oldu. Dahası, sokakta sigara içen kimseye rastlamadım. Bu bile bana inanılmaz büyük bir huzur verdi.
İstanbul’dan Tokyo’ya yolculuk yaklaşık 12 saat sürüyor. Uçak alçalmaya başladığında devasa şehrin görüntüsü insanı biraz korkutuyor, ama aynı zamanda tarifsiz bir heyecan da sarıyor. Çünkü Tokyo, sadece dev bir metropol değil; aynı zamanda içinde türlü çelişkileri barındıran büyülü bir yer. Bir yanda kalabalık caddeler, dev ekranlar, hiç durmayan bir enerji… Öte yanda sessiz Zen bahçeleri, geleneksel tapınaklar, kimono giymiş insanlar, sakura ağaçlarının altında huzurla yürüyenler…
Tokyo’yu özel kılan da tam bu tezat. Bazen Shibuya’daki dev kalabalığın içinde kayboluyorsun, bazen Ueno’daki tapınakların sessizliğinde zamanın durduğunu hissediyorsun. Bir an kendini geleceğin şehrindeymiş gibi robotların, otomatik makinelerin arasında buluyorsun; bir sonraki anda ise yüzyıllar öncesine ait bir çay seremonisine denk gelebiliyorsun.
Tokyo, insanı ilk başta korkutan ama sonra kalbine işleyen bir şehir. Kayboluyorsun, evet… Ama her kayboluş aslında yeni bir şey keşfetmenin, kendini bulmanın başka bir yolu oluyor. Ve sanırım Tokyo’nun büyüsü de tam olarak burada gizli.
Tokyo Metrosunda Bir Gün
Tokyo’ya giden herkesin ilk şaşkınlığı, metro haritasıyla başlıyor. Rengârenk çizgiler, birbirine dolanmış gibi duran istasyonlar… İlk bakışta bir bulmaca gibi. Haritaya bakarken “ben bu işin içinden nasıl çıkacağım?” diye düşünüyorsun. Ama işin içine girince anlıyorsun ki, o karmaşık görünen sistem aslında saat gibi işliyor.
Bir sabah, Shinjuku istasyonundan metroya binmeye çalıştım. Dünyanın en kalabalık istasyonlarından biri burası. İnsan seli akıyor ama kimse birbirini itip kakmıyor. O kalabalığın içinde bir düzen var. İstasyondaki yönlendirme tabelaları öyle net ki, aslında yanlış yapman neredeyse imkânsız. Birkaç dakika içinde kendimi doğru vagonda buldum.
Vagonun içine girdiğinde ise seni başka bir şaşkınlık bekliyor: Sessizlik. Onca kalabalığın ortasında çıt çıkmıyor. Kimse yüksek sesle telefonla konuşmuyor, yanındakiyle bile fısıldayarak konuşuyor. İlk başta garip geliyor ama sonra bu sessizliği sevmeye başlıyorsun. Büyük bir şehrin ortasında, kalabalığın içinde bile bir tür huzur buluyorsun.
Bir de dakiklik meselesi var. Tokyo metrosunda trenlerin dakikliği neredeyse kusursuz. Saat 08:32’de yazıyorsa, o tren 08:32’de kapılarını kapatıp hareket ediyor. Hatta bazen birkaç saniye erken bile oluyor. Bizim alıştığımız “biraz gecikir, bekleriz” düşüncesi burada geçerli değil. O yüzden insanlar dakik olmaya öyle alışmış ki, metro saatleri aslında şehirdeki yaşamın temposunu belirliyor.
En sevdiğim anlardan biri, sabah işe giden insanlarla birlikte aynı vagonda oturmak oldu. Kimi uyukluyor, kimi kitap okuyor, kimi telefonundan manga okuyor. Bazen köşede küçük bir çocuk okul çantasıyla tek başına yolculuk yapıyor. İnsan bu manzaraya bakınca, toplumun birbirine duyduğu güveni hissediyor.
Tokyo metrosu bana sadece bir ulaşım aracı değil, aynı zamanda şehir kültürünün küçük bir özeti gibi geliyor. Düzen, saygı, sessizlik ve dakiklik… Hepsi o vagonlarda toplanmış. Ve yolculuk bittiğinde, metrodan çıkıp şehrin karmaşasına karıştığında bile, o birkaç dakikalık sessizlik sana iyi geliyor.
Shibuya’da Bir An
Tokyo’ya adım atan herkesin yolu, er ya da geç, Shibuya Crossing’e düşer. Hani şu dünyanın en kalabalık yaya geçidi… Fotoğraflarda görüp “yok artık, o kadar insan aynı anda nasıl yürüyor?” diye düşündüğün yer. Oraya ilk kez çıktığında, ışık kırmızıdan yeşile döner dönmez bir anda yüzlerce insan farklı yönlere akmaya başlıyor. Birkaç saniye içinde şehrin tüm enerjisi o kavşakta toplanıyor sanki.
İlk anda insanın gözü biraz korkuyor. Herkes hızlı hızlı ilerliyor, bir anlık boşluk bile yok. “Kesin birileri birbirine çarpıyordur, omuz omuza kalıyordur” diye düşünüyorsun. Ama hayır… İşte orada Tokyo’nun sırrını fark ediyorsun: Görünürde kaos gibi duran şey aslında kusursuz bir uyum. İnsanlar birbirine çarpmıyor, kimse bağırmıyor, kimse aceleci davranmıyor. Herkes kendi yolunda, kendi ritminde. Bir an için kendini dev bir orkestranın içinde hissediyorsun: Herkes ayrı bir enstrüman çalıyor ama sonuçta ortaya tek bir uyumlu melodi çıkıyor.
Tam o sırada sen de kalabalığın bir parçası oluyorsun. Birkaç adımda “yabancı” olma halin kayboluyor. Tokyo seni içine çekiyor. O kavşakta yürürken, sanki bir film sahnesindesin. Neon ışıklar göz kırpıyor, kocaman ekranlarda reklamlar dönüyor, köşeden ramen kokuları geliyor, insanlar renkli şemsiyeleriyle akıyor. O an Tokyo’nun hem büyüklüğünü hem de samimiyetini hissediyorsun.
Ama asıl güzellik, biraz kenara çekildiğinde başlıyor. Bir köşe kafesine oturuyorsun. Elinde bir kahve, önünde cam… Dışarıya bakıyorsun. Her iki dakikada bir o kavşak yeniden dolup taşıyor, sonra boşalıyor. Sanki şehrin kalbi atıyor. O kalp hiç durmuyor. Sen ise orada, camın arkasında oturmuş, bu ritmi izliyorsun. İçinden “bu şehir beni yutmaz, aksine bana kucak açar” diyorsun. Çünkü Tokyo’nun büyüsü de tam burada: Kalabalığın içinde kaybolmamak, tam tersine kendini ait hissetmek.
Shibuya Crossing sadece bir yaya geçidi değil aslında. Orada birkaç dakika geçirmek bile sana şunu hatırlatıyor: Düzen, kaosun içinde bile var olabilir. İnsanlar bir arada uyumla yaşayabilir. Ve bazen, en büyük şehrin ortasında bile kendine küçük bir huzur köşesi bulabilirsin.
Sessizlik ve Çay Seremonisi
Tokyo’nun en büyüleyici yanlarından biri, koca şehrin ortasında birdenbire sessizliğe kavuşabilmen. Bir gün Meiji Tapınağı’na gittim. Girişte, kalabalık caddelerin gürültüsünden çıkıp devasa kapılardan içeri adım attığında, sanki başka bir dünyaya geçiyorsun. Yüksek ağaçların arasında yürürken kuş cıvıltıları dışında hiçbir şey duymuyorsun. Ayaklarının altındaki taş patikalar hafifçe çatırdarken, sen de adeta şehrin koşuşturmasından bir nebze olsun uzaklaşıyorsun. Metroda sıkış tıkış giderken hissettiğin acele ve telaş, burada yerini dingin bir sessizliğe bırakıyor.
Tapınağın avlusuna yaklaştıkça, insanlar da bir sessizlik içinde hareket ediyor. Konuşmalar fısıltıya dönüşüyor, telefonlar sessize alınıyor, her adım saygılı ve yavaş. Tokyo’nun belki de en güzel tarafı bu kontrastlar: Koşuşturmadan dinginliğe, teknolojiden geleneksel yaşama, hatta kalabalıktan yalnızlığa anında geçebiliyorsun. Bir anda şehrin kalbinde ama şehirden kopmuş hissi veriyor; tam da bu yüzden Meiji Tapınağı benim için özel bir yer oldu.
Bir başka gün ise küçük bir çay evinde geleneksel bir çay seremonisine katıldım. Ev sahibi kadın, o kadar sakin ve zarif hareketlerle çayı hazırlıyordu ki, zamanın yavaşladığını hissettim. Çaydanlıkta su kaynıyor, yapraklar özenle konuluyor, her hareketin ritmi öylesine doğal ve ritmik ki, sen de kendi nefesini yavaşlatmak zorunda kalıyorsun. O an Tokyo’nun sadece teknoloji ve hızdan ibaret olmadığını, aynı zamanda köklerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu anlıyorsun.
Seremoni sırasında sessizliği dinlerken, bir yandan da şehrin diğer yanını hayal ediyorsun: Dışarıda neon ışıklar yanıyor, metro istasyonları kalabalık ama burada her şey yavaş ve huzurlu. O an anlıyorsun ki Tokyo, iki zıt dünyanın bir arada var olabileceği nadir şehirlerden biri. Modernlik ve gelenek, hız ve dinginlik, kaos ve sessizlik… Hepsi aynı şehirde, hem de birbirine çarpmadan bir arada var olabiliyor.
Ve çayı yudumlarken, fark ediyorsun ki aslında Tokyo’nun büyüsü, sadece gökdelenlerde veya ışıklı caddelerde değil. Büyüsü, insanın durup nefes almasına izin veren bu küçük anlarda saklı. Bir fincan çayın, bir ağaç gölgesinin veya birkaç saniyelik sessizliğin içinde…
Sokak Lezzetleri
Elbette Tokyo’nun kalbine giden yol mideden geçiyor. Şehirde birkaç gün geçirdikten sonra anlıyorsun ki, Tokyo’yu gerçekten tanımak istiyorsan sokak lezzetlerini denemek şart. Sabah erken saatlerde Tsukiji Balık Pazarı’na gittim. Henüz günün ışığı tam olarak şehre yayılmamışken, balıkçıların tezgahları rengârenk taze deniz ürünleriyle doluydu. Taze sushi yemek için sıraya girdim. İlk lokmada, balığın ağızda erimesi ve pirincin hafif tatlı dokusu, Tokyo’da yemeğin bir sanat olduğunu hissettirdi. Her şey o kadar taze ve özenle hazırlanmıştı ki, basit bir kahvaltının bile unutulmaz olabileceğini gördüm.
Akşamüstleri ise şehrin dar sokaklarına dalıp küçük izakayaları keşfetmek inanılmaz bir deneyim. Buralar Japonya’nın küçük, sıcak meyhaneleri. İçeri girdiğinde, içten kahkahalar ve sıcak sohbetler sana bir anda “burada evindesin” hissi veriyor. Tavuk şiş siparişi verdim, yanında sıcak sake… İlk yudumda yüzümde istemsiz bir gülümseme oluştu. İnsan Tokyo’da kendini kaybolmuş hissetse bile, bu mekanlarda bir şekilde “aidiyet” duygusunu yakalıyor.
Ve tabii ki ramen… Küçücük, sekiz-on kişinin ancak sığabileceği dükkânlardan birine girdim. İçeriye adım attığında, sadece mutfaktaki tencere fokur fokur kaynıyor, bir de baharatlı aroma burnunu okşuyor. Çorbayı ilk yudumda içince anlıyorsun ki, ramen sadece bir yemek değil, bir ruh hali. O kâse çorba öyle doyuruyor ki, hem karın hem ruh doygunluğu hissediyorsun.
Tokyo’nun sokak lezzetlerinin bir başka ilginç tarafı ise otomatlar. Şehirde nereye dönsen bir otomat görmek mümkün. İlk başta “Bu kadar otomat neden var?” diye düşündüm. Soğuk kahve, sıcak çorba, hazır tatlılar… Hepsi bir düğme uzağında. Ama sonra sen de bu otomatların cazibesine kapılıyorsun. Sabah koşuşturmasında hızlı bir kahve almak ya da gece geç saatlerde sıcak bir içecek bulmak inanılmaz pratik ve keyifli.
Tokyo’nun sokak lezzetleri bana şunu gösterdi: Şehir ne kadar modern ve hızlı olursa olsun, insanı mutlu eden şeyler çoğu zaman küçük, basit ve samimi anlarda saklı. Bir dilim sushi, bir kase ramen veya bir yudum sıcak sake… İşte Tokyo’nun ruhu tam da burada, sokaklarda ve lezzetlerde saklı.
Tokyo’da Bir Yolcunun Öğrendikleri
Tokyo bana şunu öğretti: Büyük şehir demek, kaos demek zorunda değil. İnsanlar birbirine saygı gösterirse, düzen kendiliğinden oluşuyor. İlk başta metro istasyonlarının karmaşasına ya da Shibuya Crossing’in kalabalığına bakarken biraz tedirgin oluyorsun. Ama birkaç gün içinde fark ediyorsun ki, herkesin kendi ritmi var; insanlar birbirine çarpmıyor, bağırmıyor, aceleci davranmıyor. Tokyo’da kalabalık, asla kaotik değil; aksine bir tür uyum içinde akıyor.
Ve hızla akan bir hayatın içinde bile küçük anların tadını çıkarabilirsin. Bir sabah Meiji Tapınağı’nda sessizliği dinlerken, kuşların cıvıltısına kulak verirken, bir çay seremonisinde ev sahibinin zarif hareketlerini izlerken ya da bir ramen kâsesinin başında kendini kaybederken… Bu küçük anlar, şehrin karmaşasının içinde sana bir nefes alanı sunuyor. Tokyo, insana hem durmayı hem de akmayı aynı anda öğretiyor.
Bir diğer önemli ders ise modernlik ve gelenek arasındaki denge. Tokyo, dünyanın en teknolojik şehirlerinden biri olmasına rağmen, köklerini unutmamış. Gökdelenlerin gölgesinde saklı tapınaklar, neon ışıkların arasında sessiz bahçeler, hareketli caddelerin köşesinde duran küçük çay evleri… Her köşe, geçmişle geleceğin bir arada nasıl var olabileceğini gösteriyor.
Sokak lezzetleri de Tokyo’nun ruhunu anlamama yardımcı oldu. Taze sushi, sıcak sake, küçük ramen dükkânları… Her lokmada şehrin insanlara sunduğu özeni ve samimiyeti hissediyorsun. Ve küçük detaylar burada büyük fark yaratıyor: Bir metro yolculuğunda sessizliği fark etmek, bir köşe kafede dışarıyı izlemek ya da bir otomatın sunduğu küçük bir sürprizi deneyimlemek bile Tokyo’yu unutulmaz kılıyor.
Tokyo’ya veda ederken, bu şehri tanımlamak için aklıma tek bir kelime geliyor: denge. Hız ile yavaşlık, geçmiş ile gelecek, kalabalık ile yalnızlık… Hepsi bir arada, ama uyum içinde. İşte Tokyo’yu unutulmaz yapan da bu. Bu şehir, insanı hem büyülüyor hem de sakinleştiriyor hem heyecanlandırıyor hem de huzur veriyor. Ve sanırım Tokyo’nun en büyük sırrı da tam burada: Küçük anların, büyük şehrin ritmiyle uyum içinde yaşanabileceğini öğretmesi.
Bir sonraki aya kadar kalın sağlıcakla...