Engin Geçtan’dan İnsan Kaynağını Okumak: Kurumlar, İnsanlar ve Görünmeyen Psikoloji

İnsan Kaynakları literatürü çoğu zaman sayılarla, araçlarla, sistemlerle ve modellerle konuşur. Raporlar çıkar, matrisler kurulur, veriler artar. Oysa insan, hiçbir zaman yalnızca bir sistem unsuru olmadı. Davranışlarının arkasında korkular, arzular, savunmalar, çatışmalar ve bastırılmış hikâyeler vardır. İnsan yalnızca “ne yaptığıyla” değil, neden öyle yaptığıyla anlaşılır. Tam da bu yüzden bugünün İK dünyasını anlamak için yalnızca güncel raporlara değil, insanın iç dünyasına dokunan metinlere de bakmak gerekir. Engin Geçtan’ın kitapları bu açıdan modern iş hayatının ruhunu okumak için benzersiz bir ayna sunar.
Geçtan, insanı hiçbir zaman tek boyutlu ele almadı. Onu ne sadece hasta ne sadece sağlıklı ne sadece başarılı ne de sadece başarısız olarak tanımladı. İnsan onun metinlerinde her zaman çelişkili, kırılgan, savunmalı ve arayış içinde bir varlıktır. Bugünün organizasyonlarında gördüğümüz tükenmişlik, sessiz istifa, aşırı uyum, performans kaygısı ve kimlik yorgunluğu da tam olarak bu çelişkilerin kurumsal hayattaki modern yansımalarıdır. Geçtan’ın satır aralarına sinen insan halleri, bugün açık ofislerde, çevrim içi toplantılarda ve KPI tablolarının arasında yaşamaya devam etmektedir.
“İnsan Olmak”: Kurumlarda Kimlik Yorgunluğu
Engin Geçtan’ın İnsan Olmak kitabının temel sorusu şudur: İnsan kendisi olarak kalabiliyor mu? Bugünün kurumlarında bu soru şu hâli alır: Çalışan, işte de insan olarak kalabiliyor mu?
Birçok organizasyon çalışanından rolünü kusursuz oynamasını bekliyor. Profesyonel ol, duygunu gösterme, zayıflığını sakla, her koşulda güçlü görün, hep çözüm üret… Oysa Geçtan’ın altını çizdiği gibi insan, bastırdıkça değil, temas ettikçe iyileşir. Kurumlarda bastırılan duygular ortadan kaybolmaz; yalnızca şekil değiştirir. Kızgınlık pasif direnişe, kaygı sessizliğe, değersizlik aşırı performans hırsına, korku aşırı uyuma dönüşür.
Bugün birçok çalışanın yaşadığı kimlik yorgunluğu tam da buradan doğar: İşte başka, hayatta başka biri olma zorunluluğundan… İnsan kendiliğini parça parça böldükçe bir süre sonra kimin gerçekten kendisi olduğunu ayırt edemez hale gelir. Bu da zamanı geldiğinde yalnızca mesleki değil, varoluşsal bir tükenmeye dönüşür.
“Hayat”: Kurumların Görmezden Geldiği Varoluş Yükü
Geçtan’a göre hayat, yalnızca yaşanan olayların toplamı değildir; insanın o olaylara yüklediği anlamdır. Oysa bugün kurumlar çalışanlarının hayatını çoğu zaman yalnızca takvimlerdeki boşluklar üzerinden okur. Kaç saat çalıştı, kaç gün izin aldı, kaç toplantıya girdi…
Ama insanın taşıdığı yük takvimlerde görünmez: Yaslar, kayıplar, kaygılar, belirsizlikler, aile içi çatışmalar, hastalık korkuları, gelecek endişeleri… Kurumlar bu yükü görmediklerinde, çalışanı yalnızca performansıyla okur. Ve tam da burada büyük bir kopuş başlar. Çünkü insan yalnızca iş yapan bir varlık değildir; hayatıyla birlikte çalışır.
Engin Geçtan’ın perspektifi bize şunu hatırlatır: İnsanı işinden ayırarak anlayamazsınız. Onun evini, geçmişini, korkularını, umutlarını, kırılmalarını görmeden işteki davranışını doğru yorumlayamazsınız. Görülmeyen hayat, eninde sonunda işin içine sızar.
“Bir Günlük Yerim Kaldı İstersen”: Kurumlarda Yalnızlık ve Görünmezlik
Geçtan’ın metinlerinde yalnızlık hep derin bir temadır. Kalabalıklar içinde yaşanan yalnızlık, görülmeden var olma hâli… Bugünün büyük organizasyonları da giderek kalabalık ama yalnız yapılar haline geliyor. Açık ofisler, büyük toplantılar, kalabalık online platformlar, dolu ajandalar… Ama içsel temas çoğu zaman yok.
Çalışanlar çoğu zaman fark edilmediklerini değil, gerçekten görülmediklerini hissederler. KPI’ları, hedefleri ve çıktıları görülür; ama tereddütleri, kaygıları, iç çelişkileri görünmez. Bu görünmezlik duygusu, insanın kuruma olan bağını kemiren en sessiz asittir. Çünkü insan, görüldüğü yerde güçlenir; görülmediği yerde içine çekilir.
Ve insan içine çekildikçe, kurum da onunla birlikte yavaş yavaş insansızlaşır.
“Normal”: Kurumların Dayattığı Psikolojik Kalıp
Engin Geçtan “normal” kavramını her zaman sorguladı. Ona göre “normal”, çoğu zaman çoğunluğun alışkanlığından başka bir şey değildir. Bugünün kurumlarında da benzer bir “normal çalışan” kalıbı vardır: Hızlı, uyumlu, duygusuz, çabuk toparlanan, itiraz etmeyen, hep motive, hep erişilebilir…
Bu kalıba uymayanlar ya “zor”, ya “uyumsuz”, ya da “problemli” etiketiyle tanımlanır. Oysa çoğu zaman problem bireyde değil, kurumun dayattığı tek tip ruh hâlindedir. Herkesin aynı hızda, aynı dayanıklılıkla, aynı esneklikte olması beklenir. Bu da insanın kendisini değil, yalnızca davranışını ödüllendiren bir sistem üretir.
Geçtan’ın eleştirdiği “normal” iddiası, iş hayatında çoğu zaman insanın farklılığını değil, uyum kabiliyetini kutsar. Oysa farklılık bastırıldığında uyum artmaz; yalnızca çatışma görünmez olur.
Performansın Altındaki Savunmalar
Geçtan’ın en önemli katkılarından biri, insan davranışlarının arkasındaki savunma mekanizmalarını görünür kılmasıdır. Bugün kurumlardaki pek çok “yüksek performans” davranışı da çoğu zaman sağlıklı motivasyondan değil, psikolojik savunmalardan beslenir.
Aşırı çalışmak bazen başarı tutkusu değil, yetersizlik korkusudur. Sürekli kontrol etmek sorumluluk değil, kaygıdır. Her şeye uyum göstermek olgunluk değil, kaybedilme korkusudur. Kurumlar yalnızca sonuçları gördüğünde bu savunmaları başarı sanır. Oysa bir noktada bu savunmalar çöker ve geriye sadece büyük bir yorgunluk, derin bir boşluk ve anlamsızlık kalır.
Başarı bazen sağlıklı bir ilerleme değil, iyi gizlenmiş bir kaçış da olabilir.
İK İçin Asıl Soru
Engin Geçtan’ın bütün kitapları bugün İK’ya tek bir temel soruyu tekrar tekrar fısıldar:
Biz insanı gerçekten görüyor muyuz, yoksa yalnızca işlevini mi?
Eğer yalnızca işlevini görüyorsak, performans artar ama bağ azalır. Eğer insanı görüyorsak, güven artar ve performans kendiliğinden gelir. Çünkü insan, görüldüğü yerde yalnızca çalışmaz; bağ kurar, kök salar, sorumluluk alır.
Sonuç: Raporlarla Değil, İnsanla Okunan Bir İK
Engin Geçtan bize şunu öğretir: İnsan, kontrol edilerek değil; anlaşılmaya çalışılarak güçlenir. Bugünün İK’sı da artık yalnızca veri okuyan bir fonksiyon değil, insanı okuyan bir disiplin olmak zorundadır. Psikoloji diliyle konuşmayan, insanın iç dünyasına temas etmeyen hiçbir sistem uzun vadede sürdürülebilir değildir.
Belki de 2026’ya girerken sormamız gereken en önemli soru şudur:
Biz kurumlarımızı mı büyütüyoruz, yoksa içinde insan kalabilen yapılar mı inşa ediyoruz?
Engin Geçtan’ın satır aralarından okunan cevap ise çok nettir:
İnsan kalamayan bir sistem, ne kadar iyi çalışırsa çalışsın, sonunda kendi boşluğunda çöker.