CPO: Chief Pinokyo Officer

Taner, “chief” unvanlı yöneticilerden biri… Herkesin kafasında, unvan kaynaklı, ortak bir davranış modeli var ve Taner’in kukla gibi o modelde davranması isteniyor. Şirket, o genel müdür yardımcısı kuklasına “Şunu şunu şu şekilde yap!” derken, dış çevresi “Şunu şunu senin yapman yakışmaz, olur mu öyle şey!” diyor. Bu ayki öykümüzün kahramanı Taner, yönetici olarak esareti yaşıyor. En azından öyle hissediyor. 


Mehmet Erkan Aydın – Türk Telekom
İşe Alım Grup Müdürü

 

Kalabalık bir toplantı odası, duvara yansıtılmış powerpoint sayfası… Profesyonel grafikler, İngilizce kelimeler, havalı resimler... Her şey bir toplantıda olması gerektiği gibi. Ayakta şık bir kadın yönetici konuşuyor, cümleleri ustalıkla sıralıyor, büyülü gibi… O an sanki Levent’te bir ofiste değilsiniz de Doğu’nun gizemli saraylarından birinde, Şehrazad anlatıyor siz dinliyorsunuz. Ve Şah Şehriyar gibi gözleriniz kapanıyor amansız…

Taner de öyle dinliyor anlatılanları. Masanın etrafı kendisi gibi şirketin ağır abileriyle dolu. Genel müdür masanın en başında oturuyor. O çok seviyor böyle şeyleri. Konu şirketin yeni kurumsal iletişim stratejisi. Patron sevince herkes seviyor konuyu; öncelikler, kaygılar hep onun etrafında dönüyor. Ne yaparsın sevgi bulaşıcı, hele ki organizasyonlarda tepeden gelince…

“Kurumsal kimlik tamam da…
Peki ya bizim kimlikler?”


Toplantı bitince Taner, Arzu’yla odasına geçiyor. İkisinin de unvanı “chief” diye başlayanlardan. Dışarıdan bakınca, çalışan psikolojisiyle çekinilen bu iki insan, şu an iki liseli gibi birbirlerinin sigarasının yakıyor. Çaylar kahveler de çok geçmeden geliyor.

Taner toplantıdan rahatsız: “Daha nereye kadar varacak bu işin sonu bakalım?” diyor: “Geçen gün hiç alakam olmayan bir sanat etkinliğine, sırf sponsor olduk diye katıldım. Ressamların isimlerini ezberleyene kadar göbeğim çatladı”.

Arzu gülüyor: “Derya beni de üniversite etkinliğine gönderdi. Elime bir metin tutuşturdular, şunu söyle, şu mesajı ver, bunu anlat… Ya bir bırakın ya, ben ne söyleyeceğimi bilmiyor muyum? Yok efendim hepimizin aynı dili konuşması önemliymiş. Verdikleri metni anlattım hiç de güzel olmadı, beni kendi halime bıraksalar tozunu attırırdım oranın”.

Türk kahvesinden son yudumu alırken yeniden konuşmaya başlıyor Taner. Alnı sıkıntıyla kırışıyor: “Kurumsal kimlik deyip durdular. Bizim kimlikleri düşünen yok. Asıl kimliğimiz kurumsal kimlik altında eziliyor sanki”.

Arzu gülüyor yine: “Hadi oradan!” diyor.
Taner şaşırıyor: “Niye? Ne oldu ki? Neden öyle söyledin?”

“Geçen hafta bir yazı yayınladın; Linkedin’de gördüm. Bayağı methiyeler diziyordun kurumsal kimliğe, şirket kültürüne, tek vücut olmaya…”

Taner keyiflenmiş, o anda odadaki sıkıntılı hava da dağılmıştı.

“Trollendiniz hanımefendi”, dedi: “Sence ben mi yazdım o makaleyi? Bunu ‘post et’ dediler, ettim. Tabii böyle makaleler yayınlamamın öncelikle benim kariyerime katkılarını dinleyerek ikna edildim”.

“Ben de diyordum bu adam bu yoğunlukta nerden okumuş o kadar araştırma raporunu...”

“İletişimden bir kızcağız yazmış ya!”

Şirketin belirlediği çizgide yapılan paylaşımlar…

Arzu gidince üniversite yıllarını düşündü Taner. “Meğer ne özgürmüşüm!” dedi. O zamanlar aklına gelen her konuda tweet atabiliyordu mesela, face’de istediğini beğenebiliyordu, instagram’da en çılgın resimlerini paylaşabiliyordu. Şimdi öyle miydi? Bir şey paylaşmayı düşünse, bir anda bastıran karlar misali, hızla sorular dökülüyordu gökyüzünden zihnine.

-Acaba yanlış anlaşılır mıyım?

-Kamudan ihale alacağız, çok muhalif yazmadım inşallah.

-Koskoca genel müdür yardımcısıyım bana yakışmaz!

-Yok bu yorum yazanı muhatap almayayım şimdi.

-Eleştireceğim ama kendi adıma yazdım desem de şirkete mal olur.

Bir sürü soru işareti. Öyle olunca da insan sosyal medyada bir şeyler paylaşmaktan soğuyordu. “Bu ne ya!” diyordu isyan zamanlarında.

Taner o gün bunları ara ara düşündü dertlendi. Ama aynı gün akşam olduğunda onu dertlerinden kurtaran şey ayağına geldi, fakat yeni dertler açarak…

Akşam şirketin yedi üst düzeyine de sosyal medya hesaplarının ortak yönetilmesi maili geldi. Kibarca kendilerinden Linkedin, Twitter hesapları rica ediliyordu. Bundan sonra hayat çok kolay olacaktı, onların uğraşmasına hiç gerek yoktu, şirket onlar adına bu hesapları yönetecekti. Onlar da paylaşım yapabilirdi ama tabii şirketin belirlediği çizgide.

Kimse kimseyi bir şeye zorlayamazdı ama arkasına CEO desteği almış bir kurumsal iletişimci hanımın da önünde kimse duramazdı. Ertesi gün hesaplar standardize edilmişti. Fakat standardize çalışmaları sadece soft ortamda kalmadı. Fotoğraflar çekinildi, röportajlar yapıldı, video kayıtları alındı. Her şey komünist fakir ülkenin ne zengin ve mutlu olduğunu göstermek içindi sanki.

Takipçi sayıları, etkileşim bir anda artmıştı. Ama hesapların ajans tarafından yönetildiği açıktı. Bu yüzden mekanik bir coşku yaşanmıştı sanal alemde.

Taner ilk ay yine kontrpiyede kaldığı durumlar yaşadı. Kendi paylaşımlarını sahte bir hesapla takip etti. “Ne etkileyici bir ‘C level’mış bu Taner ya!’ dedi kendi kendine.

Ancak şirketin onlara şekil vermesi sosyal medya hesapları ile sınırlı kalmadı sadece. Perakendenin enerjik şirketlerinden biriydi onlar, o yüzden bir günde kravatlar ortadan kaldırıldı. Özellikle basına açık toplantılarda “smart casual giyile!” dendi. Yapacakları açıklamalardaysa; ‘şu mesajları doğrudan verin, şunlar yasaklı kelimeler, rakiplere şu şekilde vurun’ baskıları artırıldı.

Öyle hissediyordu ki altı ay sonra kendi kendine cümle kuramayacaktı. Olsun kurum, şirket yaşasındı.  

Esaret!

Taner’in yaşadıkları sadece şirket ile sınırlı değildi ama. Şirket dışında da benzer yaklaşım vardı. Arkadaşları eskiden beri gittikleri salaş kebapçıya onu çağırırken çekiniyorlardı. “Koskoca şirket üst düzeyisin oğlum sen, oralarda gözükme,” diyorlardı. Annesi, “Köyden fındık göndereceğim ama otobüse versem Esenler’den alamazsın değil mi?” diyordu. “Dur ben kargoya vereyim senin için, sana yakışmaz!” diye ekliyordu. Oysa ki öğrenciliği çuval ve koli taşımakla geçmişti. Annesi de adeta ondan çekiniyor, onun kendi gibi davranamayacağını düşünüyordu.

Herkesin kafasında, unvan kaynaklı, ortak bir davranış modeli vardı ve onun kukla gibi o modelde davranması isteniyordu. Şirket o genel müdür yardımcısı kuklasına “Şunu şunu şu şekilde yap!” derken, dış çevresi “Şunu şunu senin yapman yakışmaz, olur mu öyle şey!” diyordu.

Yönetici olarak esareti yaşıyordu. En azından öyle hissediyordu.    

İşte yine böyle hissettiği bir zamanda, sanki birileri onun sesini duydu ve kapısı çalındı. Gelen İnsan Kaynakları’ydı. İK yöneticisi hevesle konuşmaya başladı: “Yeni bir koçluk programı devreye aldık Taner Bey. Yöneticilerimiz için de alanının en iyisi yerli ve yabancı koçlarla çalışacağız. Tabii siz de koçluk almayı arzu ederseniz; bu işte gönüllülük esas”.

Dikte etselerdi reddetmeye, itiraz etmeye hazırlanıyordu. Arzu ederseniz kelimesi sinirlerini gevşetmişti. İK’cı Gamze karşısındaki kuklaya, Pinokyo’ya yeni bir hareket göstermeye gelmemişti. “Gönüllülük esas” diyordu.
Ama yine de yönetici temkinliliği ile cevap verdi:

-Biraz düşüneyim.

Artık hayatına müdahale edilsin istemiyordu. Koç, mentor, danışman; bu kavramların ayrımını tam bilmese de “Hepsi akıl hocası belli!” diyordu. “Zaten ben olarak değil, unvan olarak çalışıyorum. Daha fazlasını kaldırabilir miyim bilmiyorum?”

Onu düşüncelerinden kurtaran yine en yakın arkadaşı Arzu oldu: “Ben eski şirketimde koçluk aldım” dedi: “Öyle senin sandığın gibi akıl vermiyor Pinokyo. Gündemi, o gün ne konuşulacağını sen belirliyorsun, o sadece sana doğru soruları soruyor, cevapları sen buluyorsun”.

“Ya”, dedi Taner, sonra işi şakaya vurdu: “Pinokyo bunu sevdi!”

Koçluğun ilk seansına kadar zaman yine bildik şekilde geçti. Mekanik hareketlerine, robotik konuşmalarına, yapay hayatına devam etti. Bir kişi de kalkıp “Sen de insansın abi!” demedi. O da ondan çekinip, ona baş eğip, ondan bir şeyler bekleyenlerin bu esaretleri ile ona şekil vermesine hiç isyan etmedi, hep sabretti. O an koçuyla ilk gün bu konuyu konuşmaya karar verdi. Büyük gün gelip çatmıştı. O gün İtalya’dan gelen, uzun yıllar perakende sektöründe de çalışmış, tekstil duayeni koçuyla tanışacaktı. Bu heyecanla odaya girdi. Gamze onu orada, yanındaki kır saçlı, gözlüklü ihtiyarla bekliyordu.

O, “Merhaba ben Taner’’ dedi.

İhtiyar titrek ellerini uzatarak: “Memnun oldum, ben de Geppetto” diye cevapladı.

Taner güldü, Geppetto güldü. Galiba o anda ikisi de hikâyenin sonunda Pinokyo’nun gerçekten insana dönüşüp dönüşmediğini hatırlamaya çalıştı. 

DERGİ

HRdergi Ekim sayısı çıktı... İyi okumalar

SATIN AL Ekim 2024