Bazen susmak bazen durmadan konuşmak gerekir! Ama zamanını iyi bilerek…
Aslında hepimiz, düşündüğümüzden daha fazla güce sahibiz. Elbette üstlerimiz resmi olarak bizden daha fazla güce sahip ancak onların performanslarının da bizim ne kadar iyi çalıştığımıza bağlı olduğunu unutmamak gerekiyor. Unutmayın: Patronunuzun da size ihtiyacı var. Bunu bilmek; size fikirlerinizi söylemek ve bakış açınızı takdir etmek için ona yardımcı olma konusunda size olanak vermelidir.
Suskunluğunuzu bitirmek için, zaman zaman organizasyonda uygun olarak kabul edilmeyen şekillerde davranmamız gerekir. Bunu yapmak için zaman zaman ‘aykırı’ davranmanız; örneğin, normalde çalışanların sadece tepe yönetimin kararlarını kabul ettiği bir şirket toplantısında zor sorular sormanız gerekebilir. ‘Aykırılık’ genellikle olumsuz bazı imalar taşımasına karşın kötü tavırlar ile bağlantılı değildir. ‘Aykırılık’ aslında bir anlamda yaratıcılık sanatı; işleri yapabilmek için yeni yaklaşımlar aramak ve yaratmaktır. Sapkın davranışlar kimi zaman, organizasyonun değişim ihtiyacına yanıt vererek verimli sonuçları beraberinde getirebilir. Burada akılda tutulması gereken, normların beklentileri olduğudur. Belli bir normun üstesinden gelerek onu değiştirmek adına önemli rol oynamış olabiliriz.
Başkalarına ulaşabilmek; suskunluğun duvarlarını yıkmak için size güç verebilir. Yalnız olmadığımızı bilmek sadece konuşmamızı kolaylaştırmaz, aynı zamanda arkamızda bir koalisyon olması daha fazla kaynağı da beraberinde getirir. İnsanlara size katılmaları için yaklaşmak tehdit edici bir his yaratsa da başkalarının da bizim gibi düşündüğünü görmek şaşırtıcıdır.
Suskunluk genellikle, farklılıkları ortaya çıkarmamayı tercih ettiğimizde ortaya çıkar.
Huylarımız, geçmişimiz ve deneyimlerimizdeki başkalıkları dikkate aldığımızda farklı fikirlere, inançlara ve zevklere sahip olmamızın kaçınılmaz olduğu da anlaşılacaktır. Pek çoğumuz bu farklılığın değerini anlarız: Kim, herkesin aynı fikir ve bakış açılarına sahip olduğu bir beyin fırtınası toplantısına katılmak ister ki? Ancak, farklıları dikkate alarak birlikte çalışmanın ve sonuçlara varabilmenin ne kadar zor olduğunu da biliriz. Sonuç olarak; şaşırtıcı olmayan bir biçimde pek çok kişi farklılıkları tartışmaya açmak yerine onları görmezden gelmenin daha kolay olduğu kararına varır.
Araştırmalarımız, bir farklılığı dile getirmek yerine suskun kalma eğiliminin hem bireysel ilişkilerde hem de statü kaybetmekten korktuğumuz gruplarda var olduğunu gösteriyor. Başkalarına benzemenin ne kadar rahatlatıcı olduğunu ilk gençlik yıllarımızdan anımsayabiliriz. Organizasyonlardaki yetişkinler de çalışma gruplarındaki üyeler ile – en azından görünüşte- fikir birliğine varabilmek için çok çaba harcar. Genellikle, grubun geri kalanının bizim yapmamızı istediklerine inandığımız şeyleri yapar; başkalarının bizim söylememizi istediklerini düşündüğümüz şeyleri söyleriz.
Suskunluğun sosyal erdemleri hayatta kalma içgüdülerimizden güç alır. Pek çok organizasyon – sözel ya da sözsüz olarak – işlerimizi ve gelecekteki kariyerimizi korumanın en güvenli yolunun “sürüden ayrılmamak” olduğu mesajını verir. Suskun bir biçimde boyun eğme ihtiyacı; milyonlarca kişinin işsiz kaldığı günümüzün zor ekonomik koşulları nedeniyle daha da artıyor. Bir Dilbert karikatürü; pek çok kişinin fikrini dile getirmeyi ne kadar anlamsız – ve tehlikeli – bulduğunu çok güzel ifade ediyor. Tepe yönetimin yanlış bir karar aldığını fark eden Dilbert, “Bunu ona söylememiz gerekmez mi?” diye soruyor patronuna… “Evet” diyor patronu da “Hadi, kariyerimizi zaten değişmeyecek olan bir karara karşı çıkalım. Bu gerçekten harika bir fikir.”
Özellikle çok fazla yetkiye sahip olan yöneticiler; fikirlerini dile getirdiği için çalışanlarını
açıkça ya da gizli kapaklı cezalandırmaktan kaçınmalıdır.
Deny’nin yaşadıkları bir liderin böyle bir ortamı nasıl yaratabileceğini gözler önüne seriyor. Deny; 500’den fazla askerden oluşan birimi, bir tatbikat sırasında diğer birim karşısında büyük bir yenilgi olan bir taburun komutanıydı. Tatbikatın ardından yapılan brifingde birimine konuşan Deny, “Bu gerçek bir çatışma olsaydı üçte ikimiz ölmüştük” dedi ve şöyle devam etti: “Bu benim hatamdı. Başarısız olmanızın nedeni benim.” Bunları söyledikten sonra, başarısızlığın tüm sorumluluğunu üstlenerek nedenlerini açıklamaya devam etti.
Konuşması bittiğinde, önce kimse tek bir kelime bile etmedi. Ardından; birimi düşmanların hareketlerine karşı uyarmakla sorumlu olan Nick, “Hayır efendim, bu sizin hatanız değildi. Ben görev başında uyuyakalmıştım.”
Deny şoke olmuştu. Ancak Nick’in hatasına odaklanmak yerine birimin dikkatini hemen başka sorunlara çevirdi. Askerler, yorgunluktan ölmek üzereydi. Askerlerinden, kaçının saldırı sırasında uyuyakaldığını kendi kendilerine düşünmelerini istedi. “Nick iyi bir asker” dedi sonra da “Hepiniz öylesiniz. Bu yüzden daha büyük konulara odaklanmalıyız: Bu tür hassasiyet isteyen durumlarda yeterliliklerimizi nasıl kuvvetlendirebiliriz?"
Deny, bu durum karşısındaki tavrını net olarak belirlemişti. Kendi hatalarını gözler önüne sermeseydi, Nick büyük olasılıkla konuşacak cesareti bulamayacaktı. Dahası suçlamaların önüne geçebilmek için herkesin karşı karşıya kaldığı büyük sorunlara odaklandı. Sonuç olarak bu birim, konuşmanın ve hataları itiraf etmenin önemini bilerek büyük bir taktir kazanmış oldu.
Suskun kalmak yine de sadece liderlere bırakılmayacak kadar büyük bir problemdir. Eğer bir organizasyon suskunluk sarmalından uzak durmak isterse, herkesin fikirlerini dile getirebilmek için çok çaba göstermesi gerekir. Daha önce belirttiğimiz nedenlerden dolayı bu zorlu bir süreçtir ama aşağıdaki uygulamaların yararlı olacağına inanıyoruz.
Pek çok kişi çok yerine az konuşma eğiliminde olsa bile, suskun kalmanın en iyisi olduğu durumlar da vardır.
Bazı konuları gündeme getirmeye değmez ve siz de önemsiz, basit fikir ayrılıklarını büyük çatışmalara dönüştürmek istemezsiniz. Özellikle kişinin çalışma kalitesini etkileyecek ya da bir hafta sonra anımsamayacağınız kadar küçük farklılıkları gündeme getirmek için zaman kaybetmenin hiçbir anlamı yoktur. Çatışma önemsiz bir ilişki içinde gerçekleşiyorsa ya da uzun sürmeyecekse fikirleri dile getirmek çok da hayati öneme sahip değildir. Bunun yerine farklılıkların yarattığı yaratıcılıktan yararlanır ve çözülmeyen çatışmaların maliyeti ile uğraşmak zorunda kalmamış olursunuz.
Herhangi bir sorun illaki gündeme getirilecekse, zamanlama da çok önemlidir. Örneğin; bir projenin sona erme süresi yaklaşırken patronunuzun gündemine zorlu bir konuyu getirmek – eğer konu, işin kalitesini ilgilendirmiyorsa- anlamsızdır. Sürenin geçmesini ve herkesin söyleyeceklerinize odaklanabilmesini beklemek en iyi seçenektir. Dahası hem kendiniz hem de karşınızdakiler duygusal olarak rahatlayana kadar sıkıntılarınızı kendinize saklamak uzun vadede de yarar sağlayacaktır. Bir iş arkadaşınızla tartıştıysanız ve ikiniz de çok kızgın hissediyorsanız, sorunu çözmek için hem sizin hem de karşınızdakinin rahatladığı, birbirini suçlamadan konuşabileceği bir zaman belirleyin. Ancak zorlu bir konuşmayı erteleyecekseniz, bunu sonsuza kadar iptal etmediğinizden emin olun. Tersi durumda çözümlenmemiş çatışmaların bir gün gelip sizi tuzağa düşüreceğini unutmayın.
Suskun kalmak yine de sadece liderlere bırakılmayacak kadar büyük bir problemdir.
Eğer bir organizasyon suskunluk sarmalından uzak durmak isterse, herkesin fikirlerini dile getirebilmek için çok çaba göstermesi gerekir. Daha önce belirttiğimiz nedenlerden dolayı bu zorlu bir süreçtir ama aşağıdaki uygulamaların yararlı olacağına inanıyoruz.
Bir kasa elma sahibi olan çiftçi yolda bir adamı durdurarak en yakın pazarın ne kadar uzakta olduğunu sorar. “Ağır giderseniz bir saat uzakta” diyen adam, şöyle devam eder: “Hızlı giderseniz, tüm gün sürebilir.” Çünkü yolda bir kasis vardır ve eğer çiftçi hızlı giderse buna çarpabilir, bu durumda elmalar kasadan düşeceği için tüm günü meyveleri toplamakla geçirmek zorunda kalacaktır.
Hızlı ilerleme arzusu kendi kendisini besleyerek, sonsuza dek uzanan bir hızlı olma ihtiyacı yaratabilir.
Fazlasıyla gergin çalışanlar her gün biraz daha gerilir, zaten krizlere odaklanan müdürler daha fazla baskı yapmaya başlar. Günlük yaşamlarımızda çoğumuz hızlı hareket etme baskısını hissediyor ve bunun sonucunda çatışmalar karşısında suskun kalıyoruz. Dikkatli olmazsak kendi yaptığımız “hız tuzağı”na düşebiliriz.
Örneğin, bu sayede çalışmak için daha etkin, daha az bürokratik yollar bulmak zorunda kalabiliriz. Ancak bu durumun, bizi daha suskun kalmaya ittiğini de unutmamak gerekir. Bir işin bitirilmesi gereken tarih yaklaşırken kaç kez dişlerinizi sıkarak, kendi kendinize “Bunun için endişelenmeye zamanımız yok, şu anda bunu sadece bitirmeliyiz” diye düşündünüz?
İşimizi olabildiğince süratli yapabilmek için kendimizi her susturduğumuzda; yaratıcılık, öğrenme ve karar alma sürecinin önüne set çekmiş oluruz. Çalışmamız birbirinden farklı düşünme tarzlarına dayanıyorsa bu daha az etkin olan süreçler sonuç olarak çözülmesi zaman alan sorunlara dönüşebilir. Bunun üzerine, bitirmek için acele ettiğimiz tüm işlere bir de bu sorunlarla baş etmeye çalışmak eklenir. Bu da daha hızlı olmamız gerektiği hissi yaratan köklü bir döngü haline gelir.
Sonuç olarak; birincil önceliğimiz ister ilişkilerimizi korumak ister işlerimizi olabildiğince hızlı sonuçlandırmak olsun; susmak yerine sorunlarımızı ifade etmek zorundayız. Tersi durumda hem ilişkilerimizi koruma hem de işlerimizi tamamlama becerilerimizi kendi kendimize baltalamış oluruz.