Sadakat mı, liyakat mı?
Liyakat neden sadakati kapsamıyor, neden bir çalışan bir göreve layık dediğimizde sadakati bunun içinde düşünemiyoruz? Profesyonel dediğimiz, liyakat sahibi dediğimiz insan profilinin içinde sadakat genleri olmuyor mu?
Mehmet Erkan – İK Yöneticisi & Yazar
Sadakat: İçten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk.
Liyakat: Bir kimsenin iş verilmeye uygunluğu, yaraşırlık durumu, kifayet.
Çok bunaldığımız, işin içinden çıkamadığımız, anlamlandıramadığımız, hepsinden önemlisi kabul edemediğimiz, yakıştıramadığımız bazı anlarda küçük bir Türkçe sözlük imdadımıza koşar. Kelimelerin ilk anlamları bize ferahlığın kapılarını aralar. Herkesin ve her şeyin konuşulduğu gerçek-sanal ortamların uğultusunda, basit bir sözlük bize gerçeği fısıldar. Biz kavramların, jargonların, tezlerin, antitezlerin, kuramların, teorilerin kavgasında ortada kalmışken, gizli bir el usulca uzanıp bizi kaostan çıkarır.
Objektif: Nesnel, sübjektif karşıtı. Bir sıfat ve felsefe ile alakalı.
Liyakat ve sadakatle kurduğumuz her cümlenin devamında mutlaka yer alan bir kelime. Ve bu üç kelimenin de yer aldığı her konuşmada muhtemelen bir haksızlığın, kırgınlığın ve kızgınlığın olması.
Sadakatin kökeni sıdk, yani doğruluk, gerçeklik, içtenlik. Dolayısı ile gerçeklik köprüsüyle objektifliğe komşu olabilir.
Liyakat: Layık, yani hak eden, uygun olan, yaraşan şey. Bu da hakkaniyet köprüsü ile objektifliğe merdiven dayamış olabilir.
Lakin biz sadakat ile liyakati tamamen birbirinin karşısında görürüz ve konu aşksa sadakati, konu işse liyakati baş tacı yaparız. Aşkı şimdilik bir tarafa bırakırsak iş dünyasında sık sık bu iki kavramı zıt anlamlarda kullanır, çoğunlukla birbirine çarptırıp hakikati anlamaya, anlatmaya çalışırız.
Liyakat objektifliğin ta kendisi, sadakat objektifliği yutan canavar
Şirketlerde konu birine bir iş vermekse; liyakat profesyonelliği, tarafsızlığı, nesnelliği, adaleti simgelerken, sadakat amatörlüğü, iş bilmezliği, adam kayırmayı ifade eder bir anda. Liyakat o anda objektifliğin ta kendisi olurken, sadakat objektifliği yutan canavar olur. Konuyu sadece bir insanı işe almak olarak görmeyelim, bu bazen atama olur, bazen görevlendirme, bazen ihale etme, bazen tedarikçi seçimi, bazen de başka şeyler. Temelde tercihlerde liyakate mi sadakate mi bakıldığıdır tartışılan konu.
Sistem tercih yaparken liyakat ile davranmamızı ama şirketlerimize sadakatle bağlanmamızı ister. Kapitalizm sadakati çalışan bağlılığına hizmet ettiği sürece sever. Emek para ilişkisinde katıksız bağlılık aramak da kapitalizmin yumuşak karnı olabilir. Sonuçta para duyguyu iletmeyecek kadar yalıtkan bir nesne.
Son zamanlarda bu iki kavramın karşılaştırmasını daha sık duyar olduk. Bu kadar İnsan Kaynakları sistemleri, modern değerlendirme araçları, kariyer yönetimi teorileri, işe alım metodolojileri konuşurken sadakatin peynirin arkasından kafasını çıkaran fare gibi bize göz kırpması, bütün hijyen rüyalarımızı lekelemesi de cabası. Sistemsel kurguların bu kadar ilerlediği bir dünyada, sadakati bu kadar tartışmamız da çok ironik. Liyakatin her şey olmasını beklerken, sadakatle imtihan olmamız, belki de tüm kurgularımızı sil baştan gözden geçirmeye itiyor bizi.
Sadakat paspasının altında saklananlar…
Peki neden liyakat ve sadakat bugün bu kadar çarpışıyor? En etiğimizden en etik dışı davrananımıza, en amatörümüzden en profesyonelimize, en Z kuşağımızdan en X kuşağımıza bu konuda neden herkes tabiri caizse aynı şekilde “yandım anam” diyor.
Bunun için belki de sadakat paspasını biraz kaldırıp altında nelerin saklandığına bakmamız lazım. İlk göze çarpan şey güven oluyor. Duygusuz matematiksel sistemler, rakamlar, kartlar, karneler bize ihtiyacımız olan şeyi, güven duygusunu vermiyor. İnsan insana bağlanmak istiyor, insan insana güvenerek hedeflerini gerçekleştirmek istiyor. Şirketlerin çalışan bağlılığı sloganlı sadakat kavramı değil belki de burada ihtiyaç olan. Hiçbir sistemsel, kurgusal, düşünsel boyutu olmadan, bir insanın bir insanı sevmek ihtiyacı buradaki. Bunu bugünkü sistemlerle kodlamak neredeyse imkansız. O yüzden bütün sistemler yeri geldiğinde mavi ekran oluyor ya da error veriyor. Çünkü duygusal bağlı iki insan, belki daha fazla insan, belki bir ya da birkaç takım, sistemin tüm parametrelerini görünmeyen bağlarla, alt üst edebiliyor.
Sabahattin Ali yıllar önce şöyle demişti bir romanında: “Bu akşam anladım ki bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş”. Biz birbirimize belki bu kadar kuvvetli bağlarla sarılmıyoruz ama ofislerimizde bazen öyle ittifaklar, öyle ekipler oluşuyor ki bunların bir çıkardan mı yoksa saf sevgiden mi kaynaklandığını anlayamıyoruz. Tabii biliyoruz ki insanları aynı noktada birleştiren çoğu zaman bu çıkarlarıdır. Ama yine de emin olamıyoruz çünkü dediğimiz gibi sistemsel bir şey değil bu.
Sadakatten dem vururken, haksızlık yapmak…
Ancak yine de sadakatle bağlı, gizli ekiplerin birbirlerini nasıl tuttuğunu, liyakati nasıl yok saydığını görmüyor değiliz. O zaman da insan şaşırmıyor değil, bu kadar sadakatten dem vuran bir topluluk neden böyle bir haksızlık yapar? Sıdk ve gerçeklikle objektiflik kalesine bağladığımız sadakat nasıl bu kavramların karşısında, bunları yok edebilecek bir fonksiyon kazanır?
Ben size bu soruların hepsinin cevabını veremez; bunlara dair mesleki, teorik, bilimsel kaynaklar da gösteremem. Ama bize bilmediklerimizi değil, söyleyemediklerimizi anlatan kitapları seven biri olarak bu sorunun cevabını da Sabahattin Ali’den verebilirim, belki de aynı kitabında şu satırlarla devam ediyor kendisi: “İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır?”
İşte işin burasında yine İnsan Kaynakları’na, sistemlere, süreçlere geliyoruz. Ne kadar duyguya dayanmayan sistemler desek de insanın insana dokunduğu yerde, belki de insanın insanı acıtacağı yerde bu kavramlara ihtiyaç duyuyoruz. Ofislerimizde hakkaniyetin tesisi, adaletle karar verme için birbirine sadık insanların sebep olacağı haksızlıkları önlemek için, bir Alman generali soğukluğu ile “Stoppen!” dememiz gerekiyor. Ve bu uyarının devamında, eğer zamanında doğru sistemleri kurguladıysak neden bu işleri bu şekilde yapmamız gerektiğini açıklamamız gerekiyor. Aksi halde birbirine sonsuz sadakatle bağlı çalışanlar grubu bizim de sesimizi kısabilir.
Sadakat paspası demiştik; güven duygusu, çıkar birliği, hedeflere daha kolay ulaşma, kaynağı değişken bağlılık, bu şeylerin hepsi ve daha fazlası sadakatin altında yatabilir. Ve bir kişi, bir yönetici, liyakatle tercih edeceği bilinmez bir yetenektense, bu konularda mutabık olduğu ortalama bir arkadaşını tercih edebilir. Liyakat sahibi olduğu söylenen, şüpheli ve riskli tercihlerdense, sadakatle bağlı, risksiz, ortalama ya da ortalama altı profilleri tercih edebilir. Bu hareketiyle kısa vadede kendini garanti altına alırken, uzun vadede kariyerini ve şirketini riske attığını fark etmeyebilir.
Liyakat ile sadakati konuşurken belki de liyakatin içine sadakati katmadığımızdan bu ikilemlerimiz. Yani liyakatin içine sadece profesyonellik dediğimiz teknik yetkinlikleri atıp, bilgi, tecrübe ve yetenekle harmanladığımız sürece, liyakat olarak gördüğümüz şeyin bir ayağı topal kalıyor. Liyakat neden sadakati kapsamıyor, neden bir çalışan bir göreve layık dediğimizde sadakati bunun içinde düşünemiyoruz? Profesyonel dediğimiz, liyakat sahibi dediğimiz insan profilinin içinde sadakat genleri olmuyor mu? Kuşkusuz oluyor ama bir yerde içten bağlılık ile teknik yeterliliği bağdaştıramıyor, duygular ile gereklilikleri aynı kapta düşünemiyoruz. Tabii burada bir de ne kadar tercihler, seçimler, görevlendirmeler desek de bir insanın bir insanla uyumu konusu var.
İnsanlar sadakat düşüncesine yıllarca taptı. Fakat yıllarca önce yazılan bir roman, döneminin insanlarına yeniden sevmeyi öğretti ve onlara bu kavramı en derinden sorgulattı. Anna Karenina toplumsal bir saplantı haline gelen sadakati, Tolstoy’un sarsıcı kurgusu ile patlattı, ahlak anlayışımızı yeniden sorgulattı. Ve belki de en önemlisi bir kavramı iyi veya kötü diye tanımladığımızda, aslında bu iyiliğin ve kötülüğün belirleyicisinin zaman, durum ve insanlar olduğunu gösterdi.
Yakışıklı prens ile sarayın yaşlı katil uşağı
Bugün öğle yemeklerimizde ofis dedikodusu yaparken iyilerimiz ve kötülerimiz belli. Liyakat hepimizin yakışıklı prensi, sadakat ise sarayın yaşlı katil uşağı. Günü geldiğinde sadık olmadığımızı düşünen birileri tarafından oyunun dışına atılabileceğimizden korkuyor ama canciğer kuzu sarması olduklarımızın da bizi sadakatle bir yerlere getirmesini bekliyoruz. Dolayısıyla roller değişince kelimelerin bizim için iyilik ve kötülüğü de değişiyor. Sadakatin bir insana duyulan aşırı bağlılıkla onu sağlıklı düşünemez yapması durumu bizim için endişe vericiyken, yine aynı aşırı bağlılıkla, yine sağlıklı düşünemeden bir şirkete hizmet eden birinin durumu bize çok manalı gelebiliyor.
Kelimelerin sözlük anlamları duru, doğru ve kurtarıcıdır. Sözlükler bize ferahlığın kapılarını aralar. Ancak o rahatlama içinde, kelimeleri iyi ve kötü diye tanımlamak da bize büyük hatalar yaptırabilir. Liyakatin içine sadakati sokabiliyor muyuz, hepsinden önemlisi çalışanlara bunun böyle olduğunu anlatabiliyor muyuz? Sadakati bir sınıfın, ekibin, zümrenin etrafına vereceği zararın kutsal ittifakı olmaktan çıkarıp, iyiye, doğruya ve ortak akla yönlendirebiliyor muyuz? Objektifliği liyakat ve sadakatle güçlendirip, yıkılmaz kale haline getirebiliyor muyuz?
Birileri bir zamanlar başarılı İnsan Kaynakları’nın tanımını sormuştu. Çalışanlarınız liyakat, sadakat ve objektif kelimelerini aynı cümle içinde; bir kırgınlığın, kızgınlığın, haksızlığın değil, birlikteliğin, başarının ve sevincin ifadesi olarak kullanabiliyorlarsa iş tamamdır.