Büyük Veri Çağında Mahremiyet Mümkün müdür?

Deniz Dirik
Tuğba Yılmaz

Humanyze, çalışanların iş yerindeki etkileşimlerini haritalayarak, anlık ve sürekli veri akışı ile bir günün nasıl geçtiğinin resmini çizen bir “insan analitiği yazılımı” firması. Müşterilerle, ekip arkadaşlarıyla, sanal veya gerçek iletişim kanallarında geçirilen süre gibi sayıların sihrinde, şirketlerin iş süreçlerini iyileştiren ve muhtemelen gelecekte daha çok göreceğimiz, “tuhaf” bir platform. Bir kimlik büyüklüğündeki dijital kartın onlarca çalışandan topladığı veri birleştirilerek etkileşim haritası çıkarıldığında ve kimin-hangi saatler arasında-nerede-kimin yakınında bulunmasının daha optimum sonuçlar üreteceği tespit edildiğinde, patron pek memnun olacaksa da odada büyük bir fil oturuyor: Mahremiyet!

Günümüz iş dünyası, yalnızca ticari kararlar ve stratejiler etrafında dönmüyor.

Aynı zamanda, iş yaşamının derinliklerinde mahremiyet meselesi ciddiyeti gittikçe artan sembolik bir şiddet biçimine dönüşüyor. İnsanların çalışma alanlarında, veri paylaşımlarında ve teknolojinin etkisi altında nasıl bir mahremiyet dengelemesi oluşturduğunu anlamak, hem işverenler hem de çalışanlar için elzem hale geliyor. İnsan doğasının, teknolojinin ve sosyal normların kesişiminde, mahremiyet meselesi yeni boyutlar kazanıyor. Cep telefonu ile yatağa girdiğimiz hayatlarımızda mahremiyetten bahsetmek, kişisel olarak anlamsız görünebilse de işin kurumsal ve hukuki boyutunu, olası sonuçlarını, bireysel hakları ve hak ihlallerini konuşmak için harika bir dönemeçteyiz. Çünkü, dünya ne kadar değişirse değişsin, mahremiyet, temel bir insani gereksinim olmaya devam ediyor. Mahremiyet ve bunun ihlal edilmemesi, insanın bağımsızlık ve haysiyet duygusuyla, özgürce düşünme ve hareket edebilmesiyle yakından ilintili. Kurumların, bireylerin özel verilerinin toplanmasına izin verdiğine dair tik attırdıkları ve okunmamaya mahkûm metinler üzerinden yeşil aklamaları, şimdilik işlevsel olsa da sorunun doğasına temas etmekten epey uzak görünüyor.

Dijital alanının hızlı yükselişine eşlik eden elektronik gözetim teknolojileri, verimlilik artışı iddiasındayken, çalışanların özel alanları ile kamusal alanının sınırlarını muğlaklaştırıyor. Dijital panoptikon, her an her yerde izlenme olasılığı yaratarak, özgürlük ve mahremiyet hakkı üzerinde derin kesikler bırakıyor. Veri çılgınlığı çağı, her adımda mümkün olduğunca fazla veri toplanmasını ve analiz felcini teşvik ediyor. İşverenlerin amacı daha etkili ve verimli bir iş gücü oluşturmak fakat bu, çalışanların mahremiyet sınırlarının daha da daralmasına yol açıyor. Hakkında toplanan nano-verilerin ne zaman ne amaçla, kimler tarafından kullanılabileceğinin denetimini çoktan yitiren çalışan, kendi emeğinin ürününe yabancılaşan bir işçi misali kendine dair verinin rengine körleşip, sesine sağırlaşıyor. 

Teknolojinin paradoksal etkilerinden biri, bireysel mahremiyetin içselleştirilmiş gözetimle birleşmesi olarak karşımıza çıkıyor.

Akıllı cihazlar ve dijital platformlar, kişisel hayatın iş dünyasıyla iç içe geçtiği bir alan yaratıyor. Bu içselleştirilmiş gözetim, iş yaşamının dışında da bireylerin izlenmeye devam ettiği bir gerçekliği ortaya çıkarıyor. Teknoloji, bireylerin iş kimliğini ve özel kimliğini giderek daha fazla parçalıyor. İş yaşamında sergilenen dijital izler, bireylerin özel hayatlarını iş dünyasının gözünden kaçırmalarını zorlaştırıyor. Bu durum, kimlik bütünlüğünü tehlikeye atarken, aynı zamanda bireylerin mahremiyetini savunma ihtiyacını güçlendiriyor. Deloitte’in 2023 Küresel Z ve Y Kuşağı Araştırmasına göre iş ve çalışma yaşamı, Z kuşağının %49’u ve iş piyasalarının en kalabalık kısmını oluşturan Y kuşağının %62’si için kimliğin merkezi bir parçası olmaya devam ediyor. Buradan bakıldığında halihazırda iş yaşamında olanlarımızın da yakından bildiği üzere çalışma yaşamı, sadece profesyonel iş anlaşmasından ibaret değil. 

Bu, günümüze özgü bir deneyim de değil, zira mesela 1900'lerin başlarında dahi fabrikalardaki yöneticiler, çalışanlarının iş dışındaki hayatlarını kontrol etmekle ilgili kaygı ve çaba içerisine girmişler; serbest zamanlarını nasıl geçirmelerinin ertesi sabah daha verimli işçiler olarak işe gelmelerine katkı sunacağına kafa yormuşlar. Fakat ellerinde bugünkü teknolojiler bulunmadığından, gözetim kapitalizminin yeşermesi için yaklaşık yüz yıl daha gerekli olmuş. Yaptığımız işle bizzat hiçbir alakası olmamasına rağmen, dün gece attığımız tweetin bugün itibariyle işle ilgili bir sonuç yaratma ihtimali, biyometrik bilgilerimizin, sağlığımızla ilgili aldığımız bir teşhisin, geçmişimizle alakalı pek de gurur duymayacağımız fakat bilgimizle/tecrübemizle ilgili olmayan sicil kayıtlarının iş başvurusunda karşımıza çıkması, artık şaşırmayacağımız deneyimler arasında. Kamusal olanla özel olanın, kurumsal olanla mahrem olanın iç içe geçtiği bir alanda, neyin haddini aşan bir sorgulama veya uygulama olduğunu ayırt etmek pek kolay değil. Diğer taraftan, iş dünyasının hızla ilerleyen ritmi içinde, mahremiyet genellikle göz ardı edilen bir değer olarak kalıyor. 

Ancak, mahremiyetin iş yerindeki rolü sadece veri güvenliği ve etik değil, aynı zamanda çalışanların psikolojik refahını da kapsıyor. Akademik çalışmalar, çalışanların kişisel mahremiyetini korumalarının ve bu yöndeki algılarının, iş tatmini ve motivasyonlarını artırdığını gösteriyor. Mahremiyetin sınırları ise giderek daha sık, daha hoyratça ve daha derine doğru zorlanıyor. VUCA’nın telaşında kısa erimli çıkarlara feda edilmesi kolaylaşan mahremiyet, kadim kökleri olan bir ihtiyaç ve çağdaş işgörenin, iş yeri ile gireceği süreğen pazarlıkların bir neticesi olmak durumunda çünkü daha fazla mahremiyet arayışının daha az güven, daha düşük performans değerlendirme skorları, daha düşük finansal gelir, daha az sosyal sermaye gibi birtakım bedelleri olabiliyor. 

Diğer taraftan, mahremiyet saflarını sıkı tutmamanın dayanılmaz cazibesi, kültürel veya ülkemize özgü bir deneyim değil... 

Birleşik Krallık ve Avustralya'da yapılan bir çalışmaya göre çalışanların yaklaşık %40'ı, işverenlerin, adaylarla ilgili online bilgi toplamasını meşru bir hak olarak görüyorlar ve yine bir başka çalışmaya göre, dijital olarak gözlendiklerini bilen işgörenler, davranışlarının gözlemlenmesinin finansal bir kazanç elde etmelerine yol açması halinde bunu mahremiyetlerine bir tehdit olarak algılamıyorlar. Yani, mahremiyet, psikolojik alandan çıkarak, ekonomik bir ürün olarak kendi pazarında değerlenip, monetarize oluyor. Tam bu noktada mahremiyetini savunma ihtiyacı duyan birey aynı zamanda çağın gereği olduğunu düşünüp mahremiyetini bir pazarlama nesnesi olarak sunabiliyor. Zamanın ruhu açısından, mahremiyet kavramının flulaştığına ve bireylerin zihinlerinin bulanıklaştığına şahitlik ediyoruz.

Kurumsal alanda mahremiyet meselesi gündemimize, biraz da şirket skandalları sonucunda giren bir mesele. ABD'deki başkan seçimleri esnasında Facebook'un Cambridge Analytica firması ile girdiği yasa dışı ilişki, kullanıcıların kişiliklerine dair bilgilerinin izinleri dışında satılması, sonrasında bu bilgiler kullanılarak kişiye özel reklam kampanyalarının düzenlenmesi, Trump'ın seçilmesine ciddi katkı sunmuştu. Kişisel verilerin korunması ve mahremiyet meselesi biraz da bu gibi ses getiren skandallar sayesinde irdelenmeye ve şirketlerin sorumluluğu olarak görülmeye başlandı. Yakın zamanda, Avrupa Birliği ile Whatsapp arasında geçen, kullanıcı sözleşmesinin şeffaflaştırılması ve mahremiyetin korunması hakkındaki çekişmeler, şirketin ödemek zorunda kaldığı ihlal cezasına ilaveten, AB ülkelerindeki kullanıcılara özel bir sözleşme hazırlaması ile neticelenmişti. Dijital evren ile fiziksel olanın bir bedene büründüğü dijital çağda bu gelişmeler yaşanırken, Deloitte’in yayınladığı  2030’a Yolculuk Raporuna göre, tüketicilerin %86’sı şirketlere teslim ettiği verinin mahremiyeti konusunda daha fazla kontrol sahibi olmak istediğini belirtiyor; %76’sı neler olup bittiğini ve verilerinin nasıl kullanıldığını anlamanın giderek zorlaştığını, müşterisi ve çalışanı olduğu şirketlerin bu konuda sorumluluk alması gerektiğini ifade ediyor. 

Birtakım yasal düzenlemeler ile denetim altına alınması ümit edilen, bilhassa tanıdık teknoloji şirketlerinin kurumsal skandalları sebebiyle gündeme taşıdığı mahremiyet hakkı, bizzat bireylerin pazarlık malzemesi olarak masaya sürdüğü ve itibar yönetimine katık yaptığı bir tüketim nesnesine dönüşmüş olabilir. Mahremiyeti muhafaza etmenin, bir ihtiyaç olması kadar bundan vazgeçmenin bireysel bir tercih olarak görülebilmesi, sosyal beğeni ve onaylanma arzusuyla mahremiyeti satılığa çıkarma “özgürlüğü”, kitlesel sonuçlar üreten büyük bir paradoks. Büyük şirketlerin, kişisel verilerin korunması ve mahremiyet haklarını ihlal ettiğine inanılan uygulamalarına bireysel olarak karşı çıkmanın, itiraz etmenin ve sonuç üretmenin imkansızlığı, meselenin mikro düzeyin çok uzağında olmasından kaynaklanıyor. Bu sebeple, Kanada gibi devletler ve Avrupa Birliği gibi topluluklar, bu konuda merkezi düzenlemeler yoluna gidiyor.

İş yaşamında mahremiyet meselesinin, bilginin mahremiyeti, çalışma ortamının mahremiyeti ve özerklik mahremiyeti olmak üzere üç temel boyutu bulunuyor. Bu üçünün bir bileşimi olarak mahremiyet, bir çalışanın, kendisiyle ilgili bilginin kontrolünü elinde tutması, etkileşime gireceği insanları ve bu etkileşimlerin düzeyini kontrol edebilmesi, içinde bulunduğu ortamda örneğin istemediği görsel/işitsel uyaranlardan kendisini izole edebilmesi ve özerk hareket edebilmesi ile ilgili. Mahremiyet, bir derece meselesi ve iş yerlerinin çalışanlarından talepleriyle karşılaştığı köprüde, karşılıklı tavizler devreye girmek zorunda. Mahremiyet alanını koruma çabasının işe alınma veya işte yükselme ihtimali karşısında risk oluşturması, kalıcı ve daha iyi bir pozisyona geçmenin mahremiyet alanını daraltmak anlamına gelmesi mümkün. 

Tam da bu nedenle dijital çağ, yeni bir etik kodun ve mahremiyet anlayışının gerekliliğini ortaya koyuyor. İş dünyası, bireylerin mahremiyet haklarını korumak için teknolojinin etik sınırlarını belirlemek ve sosyal normları yeniden tanımlamak zorunda olsa da bu konudaki sessizlik, kurumsal yapıların adaptasyon zafiyetine işaret ediyor. Teknolojinin iş dünyasına getirdiği mahremiyet sorunları, insan özgürlüğü ve özel alanının korunması açısından sıkı bir denge oyunu yaratırken, terazinin ağır basan tarafı insandan yana değil gibi görünüyor.

Diğer taraftan, modern iş dünyasının yükselen trendi olan açık ofis düzeni, çalışanların bir arada olma ve iş birliği yapma fırsatlarını artırırken, kişisel mahremiyetin sınırlarını yeniden tasarlıyor. İletişimi kolaylaştıran düzenekler, çalışanların bireysel düşünme zamanına ve özel konuşmalara ihtiyaçları olduğu gerçeğine sırt dönüyor. Bunun da ötesinde, mekânsal tasarımın yaptırımlarına tabi olan çağdaş işgörenin mahremiyet alanı, ortamdaki trafik akışını tasarlamak üzere mekâna yerleştirilen bir ofis bitkisinin insafına bırakılacak kadar hafife alınabiliyor. İş istasyonları, esnek çalışma ofisleri, co-working alanları gibi paylaşım ekonomisinin çağdaş uzantılarının mahremiyet ihtiyacını ortadan kaldırdığı veya çare olduğu varsayımı ise ziyadesiyle iyimser. 

Mahremiyetin geleceğinin hangi renk olacağını, çağdaş iş sistemleri, teknoloji ve mahremiyet ilişkisine içkin belirsizliği kavramak ve yönetmek zorundayız.

Yapay zekâ, otomasyon, sosyal platform çeşitlenmesi ve dijital yenilikler, iş dünyasının mahremiyet normlarını ve etik kodlarını yeniden şekillendirirken, elektriğin henüz icat edildiği dönemden kalma uygulamalarla günü yönetmenin mümkün olmadığını da teslim etmek zorundayız. Bu dönüşümde, teknolojinin insan odaklı olması ve bireylerin mahremiyet haklarının korunması temel bir hedef olarak belirlenmedikçe, “mindfullness” bireye ithaf edilen bir sorumluluk olmanın ötesinde, verinin örgütlerce mindfull biçimde yönetimi sağlanmadıkça, gemiden ilk atılacak olanın ne olduğu ise epey aşikâr.

Dahası, gelecekte, enformasyon otoyolu genişledikçe, iş yaşamındaki mahremiyet konusu daha da karmaşık hale gelecek gibi duruyor. Yeni teknolojilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, veri güvenliği, verinin kaliteli bilgi mimarileri oluşturacak biçimde yaygınlaştırılması ve bireysel mahremiyet arasındaki dengeyi sağlamak daha da zorlaşacak. Mahremiyet, iş dünyasının sadece hukuki yükümlülüklerini değil, aynı zamanda insan doğasının saygınlığını ve işveren-çalışan ilişkisini de içeren bir değer olarak yeniden tanımlanmak durumunda. Teknolojinin hızlı değişimi ve toplumsal normların evrimi, iş dünyasının mahremiyet anlayışını daha insancıl, adil ve sürdürülebilir bir biçimde şekillendirmesini gerektiriyor.

Distopik anlatıların efendisi George Orwell ve onun Büyük Birader’inin gözlerinin her an üzerinde olduğu yurttaşlar, zamanını aşan biçimde bugünü anlamakla ilgili metaforik kıymetini koruyor.

Fabrikalarda ve plazalarda, okullarda ve hastanelerde, esnek çalışırken veya AVM'de gezinirken, birileri bizi an be an gözetlemese dahi, gözetlenme ihtimali ve iradesi orada duruyor ve biz bununla yaşamayı çoktan kanıksamış durumdayız. Mahremiyetin bireysel mi yoksa toplumsal bir mesele olduğu konusu bir tarafa, dijital çağda mahremiyet, çok daha dallı budaklı bir biçim kazanıyor. Eric Schmidt ve Mark Zuckerberg gibi tycoon’ların “insanın mahremiyete gerçekten ihtiyacı olmayabilir” ya da “masum insanların saklayacak bir şeyi yoktur” yönündeki argümanları üzerinden, mahremiyetin bir ihtiyaç olup olmadığı sorgulanır hale gelmiş durumda. 

Bireysel alana ait olanın, bir aile fotoğrafının, özel bilginin, ziyaret ettiğimiz mekanların veya eskide kalmış bir ilişkinin kamusal hale gelmesi, başlangıçta hayal etmediğimiz amaçlarla kullanılması, isteğimiz ya da irademiz/açık iznimiz dışında yayılması, hatta bazen bizzat kendimiz paylaşmış olsak dahi planlamadığımız noktalara manipüle edilmesi bizi kolaylıkla öfkelendirecek olsa da veri mahremiyeti her zaman apaçık sonuçlarla ilişkilenmiyor ve uyuyan bir aslan misali, türlü potansiyelleri bünyesinde barındırdığı uykusunda kendi baharını bekliyor. Dijital mahremiyette asıl meselenin, hakkımızdaki verilerin bize rağmen kullanılması mı yoksa “tamam, kullanılsın fakat uygunsuz kullanılmasın” beklentisi mi olduğu gibi soruların, iş yaşamının daha ivedi dertleri arasında kendi vaktini beklediği gibi.

DERGİ

HRdergi Mayıs sayısı çıktı

SATIN AL Mayıs 2024