Post-Truth (Hakikat Ötesi) Çağa Kim Liderlik Edecek?

Haziran 06, 2022

Çevremizdeki dünyayla ilişkimiz yeni biçim ve anlamlar kazanırken, zamanın ruhuna uygun olarak yeni ontolojileri açıklamak için taze kavramlarla deneyler yapıyoruz. Böyle bir kavram olan post-truth, son zamanlarda bilimsel ilgi odağı haline geldi. “Hakikat ötesi” üzerine hemen hemen tüm akademik yazılar ve popüler söylem, şu bilgi parçacığına atıfta bulunarak başlar: Oxford Sözlüğüne göre, post-truth, “duyguların ve kişisel inanışların kamuoyunu şekillendirmede nesnel gerçeklere galebe çalması durumudur.” Basmakalıp olmasına rağmen, kökleri bin yıllık epistemolojik tartışmaları, anlaşmazlıkları, çatışmaları ve sonsuz bir hakikat arayışını içeren bir kavramı tanıtmanın belki de en risksiz yolu bu.

Time Dergisinin (sadece metin içeren birkaç kapağından biri) 3 Nisan 2017'de yayınlanan ve “Gerçek Öldü Mü?” temalı kapak yazısı, post-truth'un kendisini açıkça ortaya koyduğu siyasi bağlama atıfta bulunuyordu. Derginin o dönem genel yayın yönetmenliğini yürüten Nancy Gibbs, bu başlığa eşlik eden makalesinde post-truth’un izlerini sürerken, Başkan Trump, ana akım medyayı sahte haber yapmakla suçladığı bir dizi doğrulanmamış iddiada bulunduğunda, söylediklerine şahsen inanıyorsa bunun gerçekten yalan sayılıp sayılmayacağını sorguluyordu. Brexit ve Donald Trump'ın ABD başkanı olarak seçilmesi (ve onun sıra dışı siyasallaşması) dahil olmak üzere bir dizi küresel deneyim, son birkaç yılın en sık kullanılan ancak içi boşaltılmış kavramlarından biri olarak hakikat ötesinin yayılımını hızlandırdı. Post-truth hakkında çok şey söylendi ve yazıldı; bu da onu, 2016 yılında Oxford Sözlüğünün yılın kelimesi haline getirdi.

Yalan haberler, safsatalar, çarpıtmalar, dezenformasyon ve propaganda insanlık kadar eski olmasına rağmen, demokratikleşmeyi ve geniş çapta yayılmayı ve aynı zamanda bilginin yaratılmasını sağlayan çağdaş dijital teknolojilerin bu türden bir epistemik gerçekliği serbest bıraktığı ortada. Bu yeni epistemik gerçeklik, geleneksel medyanın gerilemesi ile gerçekleri kontrol etme misyonundan büyük ölçüde sıyrılmış, yeni, parçalanmış ve çatlaklı medya ağlarının yükselişinin kesiştiği noktada ortaya çıksa da sirayet ettiği bağlamlar oldukça geniş. 

Post-truth, hakikate ulaşma sürecinin yozlaştığı, gerçekliğin varlığının sorgulandığı ve bilimsel yöntemin altüst olduğu bir gerçeklik biçimi ve kanıksanmış varsayımlara mesnetsizce meydan okuyan aktörlerin bir yaptırımla yüzleşmediği bir bağlamı tanımlıyor. Hakikat ötesi gündem, bilimin inkârından sözde bilimsel teorilere, şirketlerce finanse edilen lobicilikten kökleri derinlere uzanan bilişsel önyargılara ve artan bir kutuplaşma ve parçalanmanın eşlik ettiği sosyal medyanın yükselişiyle birlikte geleneksel medyanın düşüşüne uzanan bir yelpazeye hükmediyor. McIntyre, tarihsel kökleri açısından postmodernizmi (postmodernist sosyal inşacılık, yapısökümcülük, anlatıcılık, eleştiri ve diğerleri eşliğinde) sosyal medyanın bileşik etkilerini göz ardı etmeden post-truth’un vaftiz babası olarak ilan eder.

Gerçekten de araştırmalar, Twitter gibi sosyal platformlarda “yanlışın gerçeklerden önemli ölçüde daha uzağa, daha hızlı, daha derine ve daha geniş bir alana yayıldığını” gösteriyor. Post-truth üzerine daha eleştirel bir bakış açısına göre, halkla ilişkiler, safsatalar, komplolar ve yalanların totaliter kullanımı da dahil olmak üzere post-truth bizatihi “yirminci yüzyılın yalancılık biçimlerinden hem bir sapma hem de bunların bir türevi” olarak karşımıza çıkıyor. Rand Corporation tarafından yayınlanan raporda, gerçeklerin ve analizlerin sosyal hayatta azalan rolüne dört gerekçe sunuluyor: i) gerçekler ile gerçeklerin ve verilerin analitik yorumlanması hakkında artan anlaşmazlık, ii) görüş ile gerçek arasındaki çizginin bulanıklaşması, iii) artan göreli hacim ve sonuçta ortaya çıkan fikir ve kişisel deneyimin gerçek üzerindeki etkisi ve nihayet, iv) daha önce saygı duyulan gerçek kaynaklara olan güvenin azalması.

Küresel pandeminin ve Rusya-Ukrayna Savaşı’nın post-truth insidansını şiddetlendirdiğine dair izlekler bulmak mümkün. Dünya Sağlık Örgütü, küresel salgına bir bilgi salgınının eşlik ettiğini ve insanların küresel refahı açısından “infodemi”nin eşit derecede tehlikeli bir tehdit oluşturduğunu duyurduğunda, bu deneyime işaret etmişti. Bilgi boşluklarını bilimsel veriden daha hızlı dolduran “bilgimsi”lerin, bilhassa yüksek sesli ve öfkeli olduklarında, aşırı veri yüklemesi ve kısa dikkat süreleri çağının hızlandırıcı etkisiyle, viral biçimde yayıldığına şahitlik ediyoruz.

Önceki on yıl, ABD'nin küresel istikrar sağlayıcı rolünden vazgeçmesinden, baskın türler olarak distopik (ve despotik) anlatıların ve korku filmlerinin karşı konulmaz yükselişine, oyunun kurallarını değiştiren teknolojik gelişmeler ve yapay zekânın yükselişinden, iklim krizinin geri dönüşü olmayan noktalara ulaşmasına ve hepsinden öte, “güven”in geçtiğimiz son birkaç yılın en büyük zayiatı olarak anılmasına kadar çok sayıda faktöre atıfta bulunarak “normalin sonu” olarak adlandırıldı. Normalin sonu, kaçınılmaz olarak kurumsal deneyimimizi, örgütsel refahımızı ve beklentilerimizi içeren günlük hayatımızın başkaca yönlerini etkiledi.

Örgütlü yaşamın dinamikleri açısından irdelendiğinde, post-truth’un ilginç tezahürlerini saptamak zor değil. Örneğin, Mart 2021'de Volkswagen Amerika, elektrikli araçlara olan kurumsal bağlılığı vurgulamak amacıyla Volkswagen markasını "Voltswagen" olarak değiştireceklerini belirten bir açıklama yaptı. Bu açıklamanın hemen ardından şirket ani bir geri adım attı ve isim değişikliğinin sadece bir şaka (!) olduğunu duyurdu. Bu, hisse senedi fiyatlarını manipüle etmek isteyenler tarafından benzer sahte haberlerin geçmişte de yayınlandığı iddialarının gündeme gelmesine sebep olsa da karşılığında herhangi bir yasal veya kamusal yaptırım söz konusu olmadı.

Güldürmeyen mizahın örgütsel alana bulaşmasına seyircilik ettik. Bir anlamda, güvene (mizaha değil!) dayalı mübadeleler kurumsal etkileşimlere bir zamanlar egemen olmuşsa da artık durumun böyle olmadığı ortaya çıkmış oldu. Çekişmeli toplumsal meseleler hakkındaki kamusal söylemin geçerliliği noktasında, meşruiyet zemininin ve iddianın doğruluğunun “inananların” sayısına endekslendiğini, doğruluğun başat kriter olmadığı bir noktaya ilerlediğimizi, aynı fikirde olmanın kurumlara duyulan güvenin azalması karşısındaki yükselen güç ve trend olduğunu “seyre” durduk. 

Örgüt kültürü ve politikalar, İK sistemleri, liderlik, çalışan beklentileri, çalışma sorumlulukları, departmanların yeniden yapılanma çabaları, çalışan ücretlendirme planları gibi örgütsel deneyimler, bir şekilde post-truth iklimin kapsama alanına girmek durumunda.

Örgütsel bağlılık, özdeşleşme, lider-üye etkileşimi, sivil söylem ve “güven” (örgüte, lidere, meslektaşlara, kişinin kendisine vb.) arasındaki bağlantılar kuramsal temellere yaslanıyor.

Karşılıklı güven ve saygılı diyalog, kurumsal olarak arzu edilen iş davranışının temel bir bileşenini oluşturduğundan, hakikat ötesi deneyim, kurumsal refah için önemli riskler oluşturuyor. Post-truth ile ilişkili güven erozyonu, güven uyandırabilen ve yönetim tarzlarına etik bir boyut katan (yani dönüşümcü, hizmetkar veya otantik liderlik) liderlere yönelik ortak bir ihtiyaca dayanan çağdaş liderlik yaklaşımlarının yolunu çoktan açmıştı. 11 Eylül'deki yıkım, WorldCom ve Enron gibi şirketlerdeki kurumsal skandallar ve bankacılık sektöründeki büyük başarısızlıkların korku ve belirsizlik yarattığı dönemde insanlar, etraflarında olup bitenler konusunda endişeli ve güvensiz hissettiklerinde, güvenebilecekleri gerçek bir liderliğe, dürüst ve iyi liderlere özlem duymuşlardı.

Mikro-bireysel düzeyde, tüketiciler, genetiği değiştirilmiş tüketim mallarını umarsızca dayatan, kilit paydaşlarına yönelik ayrımcı ve insanlık dışı uygulamalar karşısında sessiz kalan, çevreye karşı düşmanca ticari operasyonlardan imtina etmeyen, gezegen dostu olmayan üretim pratikleri sürdüren şirketler tarafından hakikat ötesi strateji örneklerinin bombardımanı altındayken, adı konmamış bir post-truth deneyim yaşıyorlardı. Öyle ki, post-truth, pazarlama perspektifinden marka itibarı ile ilişkilendirilebilecek bir deneyim haline geldi; şirketlerin çevre standartları hakkında yalan söylemesinden, çocuk işçi çalıştırmalarına, finansal sistemde kaos yaratılmasından dijital kitle ikna ve psikolojik manipülasyon endişelerine kadar çokça alanda dramatik bir “güven” aşınması, post-truth biçeme örnekler oluşturdu.

Kamuoyu radarına takılan markaların güvenilirliği sorgulanırken, tüm sektörlerden C-seviyesi yöneticilere duyulan güven, post-truth çağda çarpıcı bir şekilde düşüşe geçti ve şirketler, tüketicilere hitap etme şekillerinde büyük değişikliklere gitmek zorunda hissettiler (bugün, reklamlarda, gerçek hayatın içinden ve birtakım yitirilmemiş değerleri sembolize eden mikro ünlülerin boy göstermesi tesadüf değil).

Bugün gelinen noktada, tüketimin yüksek düzeyde homojenleşmesine eşlik eden izomorfik düşünce yapısı, benzer düşünen kalabalıkların oluşturduğu yankı odaları, giderek radikalleşen düşünce gruplarına uygun içerikler sunan yapay zekâ algoritmaları, organizasyonlarda yaratıcılığı ve fikir çeşitliliğini boğmak için mükemmel reçeteler sunuyor. Bunun sonucu olması muhtemel akut inovasyon noksanlığı sendromu, iş dünyasının kapısını çalmakta olan Z kuşağına bırakacağımız en güzel miras olmasa gerek. El birliğiyle inşa ettiğimiz fikir balonlarında bilginin inanca, tutkunun öfkeye, anlaşmazlıkların farklılıkları şeytanlaştırmaya dönüşmesi ve bilişsel önyargılarımızın şiddetlenmesi riski olabildiğince kuvvetli.

Belirsizliğe, bilinmeyene, soru işaretlerine maruz kaldıkça bilgi alanındaki boşluğu komplo teorileri ve yanlış bilgiyle doldurmaya başlayan insanın, kurumlara güvensizliğinden başlayıp aşı karşıtlığına uzanan yelpazedeki sorunlarına temas edecek, güven ilham eden liderlere duyulan ihtiyaca işaret eden çağrılar duyuyoruz. Burada mesele, sadece bilinçli şekilde üretilen ve servis edilen yanlış bilgiler değil; alternatiflerin, dezenformasyonun ve propagandanın hakikatin bilgisine galebe çalması meselesi de var. Dijital dönüşüm çağıyla post-truth çağının aynı döneme işaret ediyor olması ayrıca ironik. 

Son kertede, neoliberalism ve teknoloji iş birliği, işin sonunun örgütlü yaşam açısından vaat edildiği gibi özgürleşme değil; biraz daha işsizlik, geçicilik, güvencesizlik, belirsizlik, kimliksizleşme, esnekleşirken işin bizatihi altını oyma ve içini boşaltma gibi bir yoksunluklar paketi olduğunu pandemiden daha evvel ilan etmişti.

Şimdi, elimizde bir de liderlik krizi var ve insanlık, olabildiğince şiddetli bir yeni sınavdan daha geçiyor. Araştırmacılar, henüz hakikat ötesi bir toplumun varlığı, boyutları, belirleyicileri ve sonuçları konusunda hemfikir olmasalar da hakikat ötesi liderliği tasvirlemenin doneleri elimizde. Böylesi bir çabanın ürünü olan bir tanıma göre post-truth liderlik, takipçilerin duygularını yönetme ve manipüle etmede ehil olmakla birlikte, gerçeği söylememek ve söylemlerinde doğruculuğu gözetmemek pahasına gelişen bir beceri olarak karşımıza çıkıyor.

Bu nedenle ve eğer varsalar, hakikat ötesi liderler, eskiden anladığımız gibi iyi liderliğin özünü temsil etmiyorlar. Öte yandan, post-truth liderliğe hâkim olan ürkütücü ve saldırgan dil, jestler ve hatta şiddetin eşlik ettiği yükselen sivil olmayan söylem, sınıflar, siyaset, spor gibi arenalar ve işyerleri için kârlılık, müşteri hizmetleri ve karar verme kalitesi açılarından büyük müşküller ve tehdit oluşturuyor. Saygısız retorik, aldatmacalı akıl yürütme ve bazen de pervasız yalancılıkla birleşen bağlantısız ya da kopuk bir liderliğin, içinde yaşadığımız dünyanın sorunlarının çözümünün iksiri olmadığı aşikâr. Pandoranın kutusu açılalı çok oldu ve kutunun dibinde, post-truth çağının akut güvensizlik sendromuna çare olacak bir liderlik prototipi görünmüyor.

 

Doç. Dr. Deniz Dirik

Manisa Celal Bayar Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü Yönetim ve Organizasyon A.B.D.